SON EKLENENLER
latest

21 Ağustos 2021 Cumartesi

Zamanı tüketmeden kullanmak


***

Günümüzün insanı, ne yazık ki, bir televizyon dizisinin yarınki bölümü için harcadığı merakın onda birini, kendi hayatının tümü için ayırabilecek durumda değil.


ÜMİT ŞİMŞEK


Zaman konusunda insanı yanıltan en önemli sebeplerinden biri, “değerlendirme” kavramının “tüketim” ile karıştırılmasıdır. Yarını veya öbür günü düşünmeden amaçsız bir şekilde gününü gün etmeyi bir hayat tarzı olarak benimsemiş olan insan, hoşça vakit geçirdiğinde, hayattan beklenen şeyi yerine getirmiş olduğunu düşünür. Onun içindir ki, “Zamanınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?” sorusuna verilen cevaplar, çoğu zaman, belirli tüketim biçimlerini sergilemektedir.

Bu durum ortaya ilgi çekici bir sonuç çıkarıyor:

Verimsiz bir şekilde tüketilen zaman, hiç bitmemesi istenen zamanın tâ kendisidir. İnsanlar sonsuza kadar yaşamak ister; fakat bir gün sona ereceğini çok iyi bildiği zamanını bir an önce tüketerek ondan kurtulmaya çalışır! Zamanın bir türlü geçmek bilmediği anlardan daha fazla insana eziyet veren hangi şey vardır?

Zamanın ne şekilde muamele gördüğünü belirleyecek olan, ondan arta kalan sonuçtur. Eğer geçirilen zaman, dolaylı veya dolaysız şekilde bir meyve vermiş, bir amaca yönelik sonuç ortaya çıkarmışsa, o zamanın değerlendirilmiş olduğundan söz edebiliriz. Aksi takdirde, ne kadar hoş bir şekilde geçerse geçsin, o zaman sadece tüketilmiş demektir. Üstelik, tüketilen şey, sayılı olan son derece değerli ömür dakikalarından çalınmıştır.

Bu tespit, bizi insan hayatının amacına getiriyor. Hiç kuşku yok ki, insan, elindeki bir ömürlük sermayeyi verimli bir şekilde kullanmak için, onu hangi yönde işleteceğini bilmek zorundadır. Bu, ipleri eline almak ve kendi hayatının kontrolunu eline geçirmek anlamını taşır. Kulağa pek kolay gelse de, bu, zamanımızda dünyanın en zor işi olup çıkmıştır. Zira uygarlığın insanı her taraftan kuşatan tuzakları, cazibeli oyuncaklarıyla insana her an yeni hedefler göstermekte, rüzgârın önüne kattığı kuru yaprak gibi oradan oraya savurup atmaktadır. Günümüzün insanı, ne yazık ki, bir televizyon dizisinin yarınki bölümü için harcadığı merakın onda birini, kendi hayatının tümü için ayırabilecek durumda değildir. Hergün her köşe başından yüzlercesi birden beliren bu tür tuzaklar karşısında sağa sola sapmadan dosdoğru bir yönde yürüyebilmek, ancak çok sağlam bir özgüven ve güçlü bir dirence sahip insanların başarabileceği bir iş haline gelmiştir. Bu kimseler, niçin yaşadığını bilen ve bu hayattan beklentilerini net bir şekilde belirlemiş olan kimselerdir.

Hayatın amacından söz ederken, “Allah’ı tanımak ve Ona kulluk etmek” şeklinde tanımlanabilecek genel yaratılış amacı içinde, her bir insan için ayrı ayrı belirlenmesi gereken özel amaçları kastediyoruz. Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, insan neslinin her bir ferdinde, bütün bir canlı türünden elde edilecek manevî mahsulâtı üretme potansiyeli vardır. Bu tespit, dünyaya gelen her insanın, gelmiş ve gelecek diğer bütün insanlardan farklı bir amaç için yaratılmış olduğu sonucuna bizi götürür. Her insanın önde gelen işi, kendi özel yeteneklerini ve hayat şartlarını dikkate alarak, bu amacı keşfetmek olmalıdır. Bunu belirlemiş olan bir insan için, gerisi fazla zor olmaz. Ondan sonrası, bu büyük amaç doğrultusunda kendisine ara hedefler belirlemek ve elindeki yegâne sermaye olan ömrünü, o hedeflere ulaşacak bir şekilde değerlendirmekten ibarettir.

Kısacası, bu, “niçin yaşadığını bilen insan” olmak demektir — hem genel, hem de özel anlamda.

Yani, hem bu dünyada niçin var olduğunu bilmek, hem de bugün, bu saatte niçin yaşadığını bilmek.


Sitemizde yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


19 Ağustos 2021 Perşembe

Ne yapalım da kalplerimiz katılaşmasın?

 

 

***

İman edenlerin, Allah’ın zikrine ve hak olarak inene karşı kalplerinin yumuşaması için zaman hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasın ki, üzerinden zaman geçince kalpleri katılaşıvermiş ve birçoğu yoldan çıkmıştı.

Hadîd Sûresi, 57:16

 

ÜMİT ŞİMŞEK


Allah’ın âyetleri karşısında duyarsız davrananlar hakkında Kur’ân’ın pek çok uyarıları vardır ki, bunların çoğunluğu, birinci derecede, iman etmeyenleri ilgilendirmektedir. Burada ise, doğrudan doğruya, inananlara yönelik olarak bir duyarsızlaşma, bir kalp katılaşması durumu söz konusu edilmekte ve uyarıda bulunulmaktadır. Bu âyet, bizden, sadece “İman ettik” demekle veya sadece kuru söz ve ruhsuz davranışlarla yetinmememizi istiyor, bundan daha ötesini bekliyor, “Zaman hâlâ gelmedi mi?” diyerek bir de sitemde bulunuyor.

Kur’ân âyetlerine bugün inmiş gibi bakabildiğimiz zaman, onlarda ders alacak çok fazla şey buluruz. “Kalplerin yumuşaması için zaman hâlâ gelmedi mi?” sözü de, sanki bugün inmişçesine, özellikle zamanımıza hitap ediyor gibidir. Kur’ân’ın inişi sırasında ona muhatap olanların kalp yumuşaklığı ile bugün bizim yüzlerce defa işittiğimiz Kur’ân âyetlerine karşı tavrımız arasındaki fark, böyle bir hitaba bizden daha lâyık kimse olamayacağını gösteriyor.

Âyetin işaret ettiği gibi, bu duyarsızlaşmanın zamanla da yakın ilgisi vardır. Bir mevsim meyvesinin ilk tadıldığı an, onun en tatlı olduğu andır. Nimetler kesintiye uğradığı zaman da insan bu tadı bütün canlılığıyla yakalayabilir: kışın ardından ilk defa solunan çayır kokusu, uzun bir hastalıktan sonra ilk defa deniz kenarında yürüyüş, bir iftar sofrasında tadılan zeytin veya bir yudum su, yahut en tatlı yerinde bölünmüş bir uykuya tekrar dalmak gibi…

Bu örneklerin hepsi de, aynı zamanda, Sahabenin Kur’ân okuyuşunu anlatan örneklerdir. Bediüzzaman, Sahabîler ve içtihad ile ilgili 27. Sözde bu konuda son derece önemli bir tespit yapar: Kur’ân-ı Hakîmin nurlarıyla hasıl olan o muazzam inkılâbın etkisi altında, Sahabîler, bütün duygu ve yetenekleriyle Kur’ân’a ve Allah’ın zikrine yönelmişlerdi. Öyle ki, onlar herhangi bir zikir veya bir tesbih sözünü söyledikleri zaman, dalgın zihinlerle ve dillerinin ucuyla söyleyip geçmezler, bütün anlamlarıyla o sözü söylerler ve bütün varlıklarıyla o sözden feyiz alırlardı.

Yine Bediüzzaman’ın 13. Sözdeki bir tespiti de aynı istikamette, Kur’ân’ın indiği çağda meydana getirdiği tesirle ilgilidir: Herşeyin vahşet ve cehalet karanlıklarına büründüğü bir zamanda, Kur’ân’ın “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder” meâlindeki âyetleri, gecenin karanlığını gündüze çeviren bir gündoğumu gibi etki bırakmış; bu âyetlerin canlandırdığı kâinatta bütün varlıklar dirilerek candan bir dost oluvermiş, hepsi birden canlanarak en tatlı dillerle ve en gür sadalarla Yer ve Gökler Rabbini zikretmeye başlamışlardır. Risale-i Nur Müellifi, bu manzarayı gerçekten zevk edebilmek için, insanın kendisini o cahiliyet asrında hayal ederek Kur’ân âyetlerini “ilk defa” dinlemesi gerektiğini söyler. Zira Kur’ân’ın tasvir ettiği kâinat, zaman içinde insanlığın büyük çoğunluğu tarafından kabul edilen bir hakikat halini almış; bu arada meyvenin turfanda tadı da küllenmiş, manzaranın parlaklığı kalın bir ülfet perdesi altında canlılığını yitirmiştir.

Kur’ân ise, bu durumu, “kalplerin katılaşması” olarak niteliyor. Ve ibret nümunesi olarak, daha önce kendilerine kitap verilenlerin âkıbetlerini gösteriyor: Aradan uzun zaman geçince onların da kalpleri katılaşmıştı. Daha başka âyetlerde de Kitap Ehlinin bu özelliği şiddetle yerilir. Bakara Sûresinin 74. âyeti, İsrailoğullarının, eriştikleri onca nimetlerden ve şahit oldukları mucizelerden sonra, kalplerinin yine katılaştığı, hattâ taştan da katı kesildiği bildirilir. Yine Bakara Sûresinin 88. âyeti ile Nisâ Sûresinin 155. âyeti ise, onların kendi dillerinden “Kalplerimiz örtülüdür” sözünü nakleder ve bu sebepten lânetlendiklerini bildirir.

Bunlar, zaman içinde katılaşma eğilimi taşıyan kalplerin, kendi haline bırakıldıkları takdirde nasıl bir âkıbetle karşılaşacağını gösteren en uç örneklerdir. Öyle bir noktaya varıldığı zaman, zaten, uyarıların fayda vermeyeceği bir yere gelinmiş olacağı için, kulaklarımız henüz uyarılara açık iken Kur’ân bize bu sonucu göstererek ondan sakınmak için önlem almaya bizi çağırmaktadır.

Bu konu, bizi “Kalpler nasıl yumuşar?” sorusuna getiriyor ki, bu, bir defa sorulup da cevaplandırılacak bir soru değildir. Bu soru hergün tekrar tekrar sorulsa ve her defasında yeni baştan ona cevap aransa, yeridir diyebiliriz. Bediüzzaman’ın, Kur’ân dinlerken kendimizi o cahiliyet asrında farz etmek yönündeki tavsiyesi de, hiç kuşkusuz, kalp yumuşatma egzersizleri arasında yerini alacak önemli bir öğüttür.

— Âyetler ve İbretler’den

 


Sitemizde yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


16 Ağustos 2021 Pazartesi

Risale-i Nur ile Allah'ı tanımak: bir Kur'ân'a dönüş örneği



Risale-i Nur’un başta Allah’a iman olmak üzere iman hakikatlerini açıklamakta takip ettiği yöntem ve üslûp, kaynağını tamamen ve münhasıran Kur’ân-ı Kerimden alıyor ve hayatın bütün alanlarını kapsıyor.


ÜMİT ŞİMŞEK

-21-

Kur’ân Allah’ı nasıl tanıtıyor?

Risale-i Nur’un iman hakikatlerini anlatmak, özellikle Allah’ı tanıtmak konusundaki başarısının kodlarını Kur’ân-ı Kerimde aramak doğru olur. Zaten Müellif de eserlerin başarı sırrı olarak bu adresi göstermektedir.

Kur’ân’ın Allah Teâlâyı tanıtma üslûbunu açık bir şekilde görmek için, âyetlerde Allah’a atıfta bulunan isimleri ve bunların hangi sıklıkla kullanıldığını dikkate almak gerekecektir. Bunu yaparken de, bir taraftan nüzul sırasını, diğer taraftan da Fatiha ile başlayıp Nâs sûresi ile biten tertip sırasını esas almak, bizi daha ilk bakışta bazı önemli sonuçlarla karşı karşıya getirmektedir.

Nüzul sırasına göre

Kur’ân-ı Kerimin ilk olarak nazil olan sûresi, ilk âyetinden itibaren, Allah Teâlâyı muhatabına (ve tabii onun şahsında bütün muhataplarına) “Senin Rabbin” ismiyle tanıtıyordu: “Yaratan Rabbinin adıyla oku . . . Kerem sahibi Rabbin . . . Hiç şüphesiz dönüş Rabbinedir.”

Onu takiben inen sûrelerde de en çok geçen isim, “Rab” ismiydi. Mekke dönemi boyunca bu böyle cereyan etti. Önceleri tamamına yakın bir sıklıkla muhatabına izafeten “Senin Rabbin” şeklinde geçen ve muhatabıyla doğrudan bir ilişkiyi vurgulayan bu İlâhî isim, daha sonra “Sizin Rabbiniz, onun Rabbi, onların Rabbi, doğunun ve batının Rabbi, Şi’râ yıldızının Rabbi, insanların Rabbi, sabahın Rabbi, göklerin ve yerin Rabbi, âlemlerin Rabbi” gibi tamlamalarla, bütün varlık âlemini kuşatan bir rububiyeti tasvir edecek bir şekilde âyetlerde yer aldı.

Mutlak bir malikiyet, yaratılış maksadına ulaştıracak şekilde şefkat ve ihtimamla terbiye, ulûhiyet gibi anlamları dile getirecek şekilde kullanılan Rab ismi, bir taraftan Kur’ân’ın her bir muhatabını tek tek ve doğrudan doğruya Allah ile irtibatlandırırken, aynı zamanda bütün varlıkların da hem tek tek, hem de toplu olarak “senin Rabbine” ait olduğunu, âlemlerde “senin Rabbinden” başka hiçbir ilâhın bulunmadığını, ayrıntılı ve vurgulu bir şekilde ona öğretiyor ve en sonunda da bütün muhataplarına birden “İşte Rabbiniz olan Allah budur” diyerek kâmil bir imanın en önemli şartını Lâfza-i Celâl ile mühürlüyordu.

Mekke’de inen sûrelerde Rab isminin Lâfza-i Celâlden daha fazla geçmesi böyle bir eğitim sürecinin sonucuydu. Allah Teâlânın rububiyeti bu suretle tasvir olunduktan ve muhatapların kalplerinde iyice yerleştikten sonra, Medine döneminde inen sûrelerde Lâfza-i Celâlin (Allah isminin) daha fazla sayıda yer aldığını görüyoruz. Bu, Kur’ân-ı Kerimin nüzul sırası itibarıyla incelediğimiz zaman karşımıza çıkan tablodur.

Tertip sırasına göre

Tertip itibarıyla baktığımızda ise, Kur’ân’ın “Lâfza-i Celâl” olarak andığımız Allah ismi ile ve onun yanı sıra, Allah’ın kullarına olan sonsuz rahmetini müjdeleyen Rahmân ve Rahîm isimleriyle başladığını görüyoruz.

Onu takip eden âyette Âlemlerin Rabbi ismi yer alıyor.

Ondan sonraki âyette tekrar Rahmân ve Rahîm isimleri geliyor.

Bir sonraki âyette Allah Teâlâ Hesap Gününün Mâliki olarak zikrediliyor. (Bu arada, Fatiha sûresinin ilk âyeti olan ve Allah, Rahmân ve Rahîm isimlerini ihtivâ eden Besmelenin, bir istisnasıyla bütün sûrelerin başında yer aldığını da kaydetmeden geçmeyelim.)

Allah, Rahmân, Rahîm, Allah, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, Din Gününün Sahibi – bu dizilişte şöyle bir sürpriz yok mudur:

Allah Teâlâ kullarına gönderdiği kitabında kendisini bütün âlemlerin Rabbi olarak tanıtırken, bu ismini zikretmeden önce Rahmân ve Rahîm isimleriyle rahmetini iki defa müjdelemiş, ismi zikrettikten sonra da Rahmân ve Rahîm isimlerini bir kere daha zikretmek suretiyle, “Rabbü’l-Âlemîn” ismini, tıpkı gül goncasının yaprakları gibi kat kat rahmet müjdeleriyle sarıp sarmalayarak kullarına öğretmiştir.

İşte bu sürpriz, bizi bir yandan bütün varlık âleminin Rabbi olan, gökleri ve yeri yoktan yaratan, dünya ve âhiret âlemlerini çekip çeviren Allah’a muhatap kılarken, diğer yandan da Onun sonsuz kudret ve azameti karşısında kendimizi değersiz, önemsiz, çaresiz, perişan bir varlık olarak görüp de yeis içine düşmemize meydan vermiyor ve bizi, kendi âcizliğimize ve kusurlarımıza değil, Onun yüceliğine ve keremine lâyık lütufkârâne bir muamele ile huzuruna alıyor. Ve böyle bir karşılamadan sonra, kulunu tekrar rahmetiyle müjdeleyip onun arkasından hesap günündeki kavuşmayı hatırlatıyor. Evet, o gün gerçekten ciddîye alınması gereken bir gündür, ama aynı zamanda o gün ümit edilecek bir gündür. Nitekim birçok âyette âhirete iman, âhiret gününe ve Allah’a kavuşmayı ümit etmek şeklinde tanımlanmıştır.[1] Çünkü Allah’ın rahmeti en muhteşem tecellîlerini o günde gösterecektir.

Bu tesbitleri nüzul sırası yönüyle yaptığımız tesbitlerle bir arada incelediğimiz zaman, Allah Teâlânın kendisini kullarına tanıtmasında, (1) rahmet yönüne öncelik tanıyan, (2) her bir kuluyla doğrudan ilişkisini vurgulayan bir yöntemin takip edildiğini görüyoruz. Bu nokta, her türlü tebliğ ve irşad faaliyetlerinde dikkate alınması gereken hususların en başında yer almalıdır.

Daha sonra geliştirilen yöntemler

Daha sonraki yüzyıllarda geliştirilen ve bugünlere kadar gelen uygulamalarda ise, öğrenim kolaylığı mülâhazasıyla ulemânın daha farklı yöntemler takip ettiklerini ve Allah Teâlâyı “selbî” ve “sübûtî” olmak üzere başlıca iki grupta hülâsa edilen bazı sıfatlarla tanıtmaya çalıştıklarını görüyoruz. Bunlardan selbî sıfatlar Allah’ın “ne olmadığını” anlatarak Onun yaratılmışlara benzetilmesini önlemeye çalışırken, İlâhî sıfatlardan yedi veya sekiz tanesi de sübutî sıfatlar adı altında ön plana çıkarılarak sahih bir İlâh tasavvurunu sağlamaya yönelik şekilde formülleştirilmiştir.

Ne var ki, bu yöntemler, her ne kadar sağlıklı bilgilere dayansalar da, Kur’ân’ın usul ve üslûbundan farklı bir yol takip ettikleri için, yaşanan bir iman inşa etmekte fazlaca başarılı olamadılar. Çünkü hayat, ilim, irade, kudret, sem’, basar, kelâm – bir de Matüridîlerin fiilî sıfatları ifade edecek şekilde ekledikleri tekvin – sıfatlarından meydana gelen sübutî sıfatların ortaya çıkardığı tablo, Kur’ân’ın ulûhiyet tasviri yanında yetersiz kalıyordu.

Herşeyden önemlisi, bu tarz bir öğretim, insan ile Rabbi arasında doğrudan bir bağ kuramıyordu. Çünkü münhasıran bu sıfatlarla çizilen bir tabloda Rahmân ve Rahîm isimlerinin yeri olmadığı gibi, “senin Rabbin” diye doğrudan doğruya insanı Rabbine çağıran ve Ona bağlayan bir sıcaklık da yoktu. Bilâkis, daha başlangıçta selbî sıfatlar “O değildir, bu değildir, öyle değildir, şöyle değildir” şeklindeki tanımlamalarla – daha doğrusu, tanımlamamalarla – muhataplarını varlıktan ziyade bir nevi yokluk tasavvuruna sevk ediyordu. Sübutî sıfatlar konusuna gelince, burada da ister istemez bazı problemler başgösteriyordu.

Birincisi: Daha işin başında sıfatların bir sayı ile sunulması her ne kadar bir öğrenim kolaylığı sağlıyorsa da, bu yöntemin insanlar üzerinde bıraktığı tesir, Allah’ın sıfatlarının bu sayı ile sınırlı olduğu veya bu sıfatlarla Onu tanımanın sağlıklı ve yeterli bir tanıma teşkil edeceği şeklinde olmuştur ve olmaktadır.

İkincisi: Kur’ân’da öne çıkan, bilhassa yukarıda Mekkî ve Medenî sûreler itibarıyla yaptığımız değerlendirmeye konu teşkil eden İlâhî fiil, isim ve sıfatların hiçbiri bu tasnifte yoktur. Sayılan yedi sıfat zalim bir hükümdarda da bulunabilecek sıfatlardır. Bu sıfatlar Allah’ın adaletinden, rahmetinden, nimetinden, affından, kereminden, muhabbetinden söz etmez. Muhatabını Allah’ın rahmetiyle müjdelemeden başlayan bir öğretimin vicdanlarda yankılanmasını ve yaşanan bir imanı netice vermesini bekleyebilir misiniz?

Üçüncüsü: Bu yöntem, her bir kul ile Rabbi arasında doğrudan bir bağlantı kurmaz. Muhtemelen buna ihtiyaç da hissedilmemiştir; çünkü bu metodların geliştirildiği dönemlerde insanlar zaten Kur’ân ve Sünnetin hakim değerleri belirlediği toplumlarda yaşıyorlardı. Zamanın şartları, insanlara hiç tanımadıkları Rablerini tanıtmak değil, toplumda yerleşmiş bulunan İslâm itikadının esaslarını ve sınırlarını başka kültürlerin olumsuz tesirlerine karşı sağlam bir şekilde koruma altına almak gibi birtakım ihtiyaçları hissettiriyordu.

***

Kur’ân hayatın içinden ders verir

Kur’ân-ı Kerimin sahih bir imanı zihinlere ve gönüllere nasıl yerleştirdiğini incelemek, bütün zamanlarda ve her türlü şart altında geçerli olabilecek en etkili yöntemlerin ipuçlarını bize verecektir. Çünkü Kur’ân bize derslerini nazarî olarak değil, yaşanmış veya yaşanmakta olan hayatın gerçekleri arasında işleyerek verir ki, en soyut İlâhî hakikatlere dair dersler de buna dahildir. Birkaç örnek:

Kâinata ve hayata bakış

Kur’ân-ı Kerim “Bak” diye seslenir siyahıyla, beyazıyla, kadınıyla, erkeğiyle, cahiliyle, âlimiyle bütün insanlara. “Allah’ın rahmet eserlerine bak; ölmüş yeryüzünü nasıl diriltiyor!” Kur’ân’ın gösterdiği yere bakmak ve orada ölülerin dirilişini görmek, bir bahar gününü hayalinde canlandırmak kadar kolaydır. Kur’ân, bunun hemen arkasından insana Rabbinin Muhyî ismini öğretir, onun arkasından da Kadîr ismini gösterir; “İşte O, ölüleri dirilten Muhyîdir; ve O herşeye Kadirdir”[2] der.

***

Başka bir âyetinde sabahı gösterir. Sabah vakti, herkesin her gün yaşadığı ve kolayca tanıyacağı bir olaydır. Ama bu olay kendiliğinden cereyan etmez; “Allah, çekirdek ve tohumları yarıp rengârenk bitkileri nasıl çıkarıyorsa, gecenin karanlığını da fecir aydınlığıyla yarıp sabahı öylece çıkarır.”

Kur’ân, bunu gösterdikten hemen sonra da, yerin altında ve üstünde cereyan eden bu hadiselerin insana yönelik gayelerini hatırlatmak üzere, Güneşin ve Ayın hikmetli bir şekilde yaratıldığını bildirir. Ve bütün bunların, kudreti herşeye üstün olan, dilediğini aziz eden ve herşeyi bütün incelikleriyle bilen Allah tarafından böyle takdir edilmiş olduğunu bize haber verir:

“Gecenin karanlığından sabahı yarıp çıkaran da Odur. O geceyi dinlenme için, Güneş ile Ayı da hesap için yaratmıştır.  Bu, Azîz ve Alîm olan Allah’ın çizdiği kaderdir.” [3]

İşte, Mushafta bir buçuk satırlık bir yer tutan bu âyet-i kerime, tıpkı yüzlerce benzeri gibi, muhataplarını önce yaşamakta oldukları hayat ile yüzleştiriyor; gafletle geçen sıradan günleri gecesiyle ve sabahıyla, Ay’ıyla ve Güneşiyle birlikte, birer tefekkür ve şükür tablosuna çeviriyor; sonra da onları alıp Azîz ve Alîm isimleriyle tanıttığı Yer ve Gökler Rabbinin huzuruna çıkarıyor ve doğrudan doğruya Ona muhatap ediyor.

İnsana bakış

Bir başka âyetinde, Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın birliğini ve şirke asla müsamaha etmeyişini, bir selbî sıfat olarak değil, insanın bizzat kendisinden verdiği bir misalle ona anlatır:

“Allah size kendinizden bir misal verdi: Elinizin altındaki köle ve hizmetçilerinizden, size verdiğimiz rızka ortak olup da sizinle eşit hale gelebilecek ve birbirinizi sayar gibi sayacağınız kimseler olur mu?  Akıl eden bir topluluk için âyetleri Biz böyle açıklıyoruz.”[4]

***

Bunun gibi, Allah’ın bağışlayıcılığını da Kur’ân yine insanın kendisinden örnek vererek anlatır; ama bununla kalmaz, insandan da diğer kullara karşı affedici olmasını ister, ona yol gösterir ve mânen der ki: Size karşı çok büyük bir kusur da işlemiş olsa, onun affedilmeyi gerektirecek özellikleri bulunabilir; belki Allah katında makbul bazı işleri vardır, belki akrabanızdır, belki de yardıma muhtaç birisidir. Onun için, affedin ve yardımınızı esirgemeyin.

Sonra, mü’minin vicdanını en hassas yerinden yakalayan bir soru sorar: “Allah’ın da sizi bağışlaması hoşunuza gitmez mi?”[5]

Ve en sonunda bahsi Allah Teâlânın Gafûr ve Rahîm isimleriyle bağlar.

İşte bu da bir tariftir, ama her vicdan sahibinin çok iyi anlayacağı ve kendi âleminde karşılığını canlı bir şekilde bulacağı bir tariftir; aynı zamanda imanı yaşanan bir hayata dönüştürme gücüne sahip olan bir tariftir.

***

Kur’ân, bir başka âyetinde, zenginliğiyle mağrur olmuş birisine, bir kıssa içinde, bilge kişilerin ağzından nakilde bulunarak “Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de başkalarına ihsan et”[6] diye öğüt verir. Böylece, en azgın bir kişiye verilen nasihatte dahi ona af kapılarını ardına kadar açık tuttuğu gibi, “Allah’ın ihsan ettiği gibi ihsan etmek” şeklinde, yüceliğini tariften âciz kaldığımız bir şerefe erişmeyi de ona teklif eder. İşte bu da, insanın kendi nefsinde nümunesini bulup tasdik edebileceği bir fiil ile ona Rabbini tanıttığı gibi, hemen devamındaki “Allah bozguncuları sevmez” ifadesiyle de, aynı tarif içinde, kendisini Rabbinin muhabbetinden mahrum edecek bir tehlikeden onu sakındırır.

***

İnsanın enfüsî tefekkürü: “Kendini tanıyan Rabbini tanır”

Buraya kadar verdiğimiz örneklerden anlaşılacağı gibi, Kur’ân, insana Rabbini tanıtırken, aynı zamanda ona bizzat insanın kendisini de tanıtmaktadır. Çünkü Allah insana kendi sıfatlarını ve şuûnâtını anlamaya tanımasını sağlayacak çok önemli kabiliyetler vermiştir. Mevdudî, bu durumu, Kur’ân-ı Kerimin “Allah insana Kendi ruhundan üfledi”[7] meâlindeki ifadeleriyle açıklar ve, özetle, “Allah’ın sıfatlarının insana hafif bir yansıması olan bu sıfatlar maddenin o veya bu terkibinden değil, bizzat Allah’tan gelmedir; insan bilgiyi bizzat Allah’ın ilminden, hikmeti Allah’ın hikmetinden ve yetkiyi Allah’ın otoritesinden almaktadır” der.[8]

Sıfât ve şuûnât aynası olarak insan

Bediüzzaman Said Nursî’nin şu tariflerine baktığımızda ise, zaten insanın iman ve marifetullah için tanzim edilmiş en üstün ve şerefli bir varlık olduğunu, Risale-i Nur’un telifindeki en önemli gayenin de insana bu özelliğini anlatmak olduğunu açıkça görebiliyoruz:


[İnsan] daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlıkının rububiyetini anlar. Ve zâhir mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakikî mâlikiyetini fehmeder ve “Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir” der. Ve cüz’î ilmiyle Onun ilmini fehmeder. Ve kisbî san’atçığıyla O Sâni-i Zülcelâlin ibdâ-i san’atını anlar. Meselâ, “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de, şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş” der. Ve hâkezâ, bütün sıfât ve şuûnât-ı İlâhiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, ene’de münderiçtir.[9]

[Senin hayatının gayelerinden] yedincisi: Senin hayatına verilen cüz’î ilim ve kudret ve irade gibi sıfat ve hallerinden küçük nümunelerini vahid-i kıyasî ittihaz ile, Hâlık-ı Zülcelâlin sıfât-ı mutlakasını ve şuûn-u mukaddesesini ölçülerle bilmektir.[10]

Evet, ben kendi hayatımda ve şuurlu fiillerimde bilmek, işitmek, görmek, söylemek, istemek gibi çok mânâlarıyla bildim ki, bu kâinatın şahsımdan büyüklüğü derecesinde daha büyük bir mikyasta Hâlıkımın muhit ilmini, iradesini, sem’ ve basar ve kudret ve hayat gibi evsafını ve muhabbet ve gazap ve şefkat gibi şuûnâtını anladım; iman ederek tasdik ettim ve itiraf ederek bir mârifet yolunu daha buldum.[11]

[İnsan] şuûnât-ı İlâhiyeye aynadarlık eder. Yani, kendi hayatıyla Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun hayatına işaret ettiği gibi, kendi hayatında inkişaf eden sem’ ve basar gibi duyguların vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun sem’ ve basar gibi sıfatlarına aynadarlık eder, bildirir.

Hem insan, hayatında bulunan ve inkişaf etmeyen ve his ve hassasiyet suretinde galeyan eden ve kesretli bir surette olan çok ince hayatî duygular, mânâlar ve hisler vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun şuûnât-ı kudsiyesine aynadarlık eder. Meselâ, o hassasiyet içinde, sevmek, iftihar etmek, memnun olmak, mesrur olmak, müferrah olmak gibi mânâlarla — Zât-ı Akdesin kudsiyetine ve gınâ-yı mutlakına münasip ve lâyık olmak şartıyla — o neviden olan şuûnâtına aynadarlık eder.[12]


Risale-i Nur’a hem muhtevâ, hem de üslûp açısından rengini veren bu satırlar, iman ve ubudiyeti bir yükümlülükten daha ötelere taşıyan ve insana Âlemlerin Rabbi katındaki yüce mevkiini müjdeleyen ifadelerdir. Bir mü’min, mushafı açıp da yukarıda örnek olarak verdiğimiz âyetleri şu mânâların şuuruyla okumaya başladığı zaman, o satırlardan aldığı iman ve marifetullah derslerinin içinde Rabbinin affettiği gibi affetmenin, Rabbinin ihsan ettiği gibi ihsan etmenin neş’esini de yaşamaz mı?

Allah tövbe edenlerin tövbesini kabul eder; bunu hepimiz biliyoruz. Kur’ân-ı Kerim bunu bize bildirirken, bu haberin yanı sıra bir müjde olarak “Allah tövbe edenleri sever”[13] şeklinde bir başka haber daha verir. Bu, günahkâr bir kulun işlemiş olduğu ve Allah karşısında kendisini mahcup duruma düşürecek bir fiilden vazgeçtiğinde suçunun tamamen silinmiş olmasından başka, bir de Allah’ın sevgisine erişmekle müjdelenmesidir. Allah’ın Resulü ise bu sevgi ve sevinci hepimizin çok iyi anlayacağı bir temsille öyle bir anlatır ki, insan bu anlatım karşısında “Allah katında ben gerçekten bu kadar mı önemliyim? Yerin ve göklerin Rabbi bu âciz kulunu bu kadar mı severmiş?” diye hayretten hayrete düşmekten kendisini alamaz:


Mü’min kulunun tövbesi sebebiyle Allah’ın sevinci, şu adamınkinden daha fazladır:

O kişi, ıssız ve tehlikeli bir çöldedir. Yanında devesi, onun üzerinde de yiyecek ve içeceği bulunmaktadır. Derken adam uyur; uyandığında bakar ki devesi gitmiştir. Susuzluktan dili kuruyuncaya kadar devesini arar. Sonra der ki, “Bari evvelce bulunduğum yere döneyim de orada uykuya yatıp öleyim.” Öylece ölmek üzere başını kolunun üzerine koyar. Sonra, bir de uyanır ki, devesi yanı başında; azığı, yiyecek ve içeceği de üzerindedir.

İşte, mü’min kulunun tövbesi sebebiyle Allah’ın sevinci, o adamın azığıyla beraber devesini bulduğu andaki sevincinden daha fazladır.[14]


Şimdi de, doğrudan doğruya Kur’ân ve Hadisin izinde kaleme alınmış olan şu satırlarda, Risale-i Nur, imanı marifet ve muhabbetle birlikte nasıl sunuyor, nasıl öğretiyor, nasıl yaşatıyor, bunun bir iki misalini görelim:


Meselâ, nasıl ki sehâvetli, âlicenap, müşfik bir zât, güzel bir ziyafeti, gayet fakir ve aç ve muhtaç olanlara vermek için, seyahat eden güzel bir gemisine serer. Kendi de üstünde seyreder. O fukaranın minnettârâne tena’umları ve o aç olanların müteşekkirâne telezzüzleri ve o muhtaç olanların senâkârâne memnuniyetleri, ne derece o kerîm zâtı mesrur ve müferrah eder, ne kadar onun hoşuna gider, anlarsın.

İşte, küçücük bir sofranın hakikî mâliki olmayan ve bir tevziat memuru hükmünde olan bir insanın mesruriyeti böyle ise, cin ve insi ve hayvânâtı feza-yı âlem denizinde seyir ve seyahat ettiren ve bir sefine-i Rabbâniye olan koca zeminin üstüne bindirip, yüzünde hadsiz envâ-ı mat’umâtı câmi’ bir sofrayı serip, bütün zîhayatı küçük bir kahvaltı nev’inde o ziyafete davet etmekle beraber, gayet mükemmel ve bütün envâ-ı lezâizi câmi’, sermedî, ebedî bir dâr-ı bekâda Cennetleri, her birisini birer sofra-i nimet ederek hadsiz lezâizi ve letâifi câmi’ bir tarzda, nihayetsiz bir zamanda, nihayetsiz muhtaç, nihayetsiz müştak, nihayetsiz ibâdına, hakikî yemek için ziyafet açan bir Rahmân-ı Rahîme ait ve tabirinde âciz olduğumuz maânî-i mukaddese-i muhabbeti ve netâic-i rahmeti kıyas edebilirsin.

Hem meselâ, mahir bir san’atperver, maharetini göstermeyi sever bir usta, güzel, plâksız konuşan fonograf gibi bir san’atı icad ettikten sonra onu kurup tecrübe ediyor, gösteriyor. O san’atkârın düşündüğü ve istediği neticeleri en mükemmel bir tarzda gösterse, onun mucidi ne kadar iftihar eder, ne kadar memnun olur, ne derece hoşuna gider, kendi kendine “Bârekâllah” der.

İşte, küçücük bir insan, icadsız, sırf surî bir san’atçığıyla, bir fonografın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa, acaba bir Sâni-i Zülcelâl, koca kâinatı bir musikî, bir fonograf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonograf-ı Rabbânî ve bir musika-i İlâhî tarzında yapmış ki, hikmet-i beşer, o san’at karşısında hayretinden parmağını ısırıyor. İşte, bütün o masnuat, bütün onlardan matlup neticeleri nihayet derecede ve gayet güzel bir surette gösterdiklerinden ve ibâdât-ı mahsusa ve tesbihat-ı hususiye ve tahiyyât-ı muayyene ile tabir edilen, evâmir-i tekvîniyeye karşı onların itaatleri ve onlardan matlup olan makàsıd-ı Rabbâniyenin husulünden hasıl olan ve iftihar ve memnuniyet ve ferahla tabir edemediğimiz maânî-i mukaddese ve şuûn-u münezzehe, o derece âli ve mukaddestir ki, bütün ukul-ü beşer ittihad edip bir akıl olsa, yine onların künhüne yetişemez ve ihata edemez.

Hem meselâ, adaletperver, ihkak-ı hakkı sever ve ondan zevk alır bir hâkim, mazlumların haklarını vermekten ve mazlumların teşekkürlerinden ve zalimleri tecziye etmekle mazlumların intikamlarını almaktan nasıl memnun olur, bir zevk alır.

İşte, Hakîm-i Mutlak ve Âdil-i Bilhak ve Kahhâr-ı Zülcelâl, değil yalnız cin ve inste, belki bütün mevcudatta ihkak-ı haktan, yani herşeye hakk-ı vücudu ve hakk-ı hayatı vermekten ve vücut ve hayatını mütecavizlerden muhafaza etmekten ve dehşetli mevcutları tecavüzlerden tevkif ve durdurmaktan, hususan mahşerde ve dâr-ı âhirette cin ve insin muhakemesinden başka bütün zîhayata karşı tecellî-i kübrâ-yı adl ve hikmetten gelen maânî-i mukaddeseyi kıyas edebilirsin.

İşte şu üç misal gibi, bin bir esmâ-i İlâhiyenin her birinde pek çok tabakat-ı hüsün ve cemâl ve fazl ve kemâl bulunduğu gibi, pek çok merâtib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve kibriyâ vardır. İşte bundandır ki, Vedûd ismine mazhar olan muhakkıkîn-i evliya, “Bütün kâinatın mayası muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir. Bütün mevcudattaki incizap ve cezbe ve cazibe kanunları muhabbettendir” demişler. Onlardan birisi demiş:

Muhabbet-i İlâhiyenin tecellîsinde ve o şarâb-ı muhabbetten, herkes istidadına göre mesttir. Malûmdur ki, her kalb, kendine ihsan edeni sever ve hakikî kemâle muhabbet eder ve ulvî cemâle meftun olur. Kendiyle beraber sevdiği ve şefkat ettiği zâtlara dahi ihsan edeni daha pek çok sever. Acaba, sabıkan beyan ettiğimiz gibi, her bir isminde binler ihsan defineleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsânâtıyla mes’ud eden ve binler kemâlâtın menbaı olan ve binler tabakat-ı cemâlin medarı olan bin bir esmâsının müsemmâsı olan Cemîl-i Zülcelâl, Mahbub-u Zülkemâl ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu ve bütün kâinat Onun muhabbetiyle mest ve sergerdan olmasının şayeste bulunduğu anlaşılmaz mı?[15]


Kendi sıfatlarının zıddıyla Rabbini tanımak

Allah’ı tanımanın bir başka kestirme yolu daha vardır ki, bu da yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız yolun tamamlayıcısıdır. Bu, kişinin kendisine ait özelliklerin zıddıyla Allah’ı tanımasıdır. Burada kul kendi aczine bakar, Rabbinin kudretini anlar. Çünkü bir virüse mağlûp düşen insanın yaratılışı ve yaşatılışı üzerinde kendisinin değil, hükmü herşeye geçen bir kudretin eseri görünür. Kendisi kendi vücuduna dahi malik olamazken, önüne yerin ve göğün nimetleri serilir. Kendisi, kendi bedeninin ihtiyaçlarından habersizken, vücudunun en ücra köşelerindeki zerreleri dahi ihmal etmeyen bir ihtimamla beslenir, korunur ve gözetilir. Bütün bunlar, Risale-i Nur’un insana Rabbini tanıtırken üzerinde önemle durduğu ve ona asıl gücünü ve zenginliğini gösterdiği hayat gerçekleridir. Ve bu gerçekler vasıtasıyla Rabbini tanımak demek, insanı doğrudan doğruya Âlemlerin Rabbine bağlayan ve Ondan başka hiç kimseye muhtaç etmeyen bir imanın lezzetini tatmak demektir ki, Risaleler pek çok yerinde bu konuyu mûnis bir üslûpla dile getirir:


İnsan . . . şu dünya hanında aziz bir yolcudur. Ve öyle bir Kerîme misafir olmuş ki, nihayetsiz rahmet hazinelerini ona açmış; ve hadsiz bedî’ masnuâtını ve hizmetkârlarını ona musahhar etmiş; ve o misafirin tenezzühüne ve temâşâsına ve istifadesine öyle büyük bir daire açıp müheyyâ etmiştir ki, o dairenin nısf-ı kutru, yani merkezden muhit hattına kadar, gözün kestiği miktar, belki hayalin gittiği yere kadar geniştir ve uzundur.[16]

Sen çendan nefsin ve suretin itibarıyla hiç hükmündesin. Fakat vazife ve mertebe noktasında, sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudatın belâğatli bir lisan-ı nâtıkı ve şu kitab-ı âlemin anlayışlı bir mütalâacısı ve şu tesbih eden mahlûkatın hayretli bir nâzırı ve şu ibadet eden masnuâtın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin.

Evet, ey insan! Sen, nebatî cismaniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibarıyla sağîr bir cüz, hakir bir cüz’î, fakir bir mahlûk, zayıf bir hayvansın ki, bütün dehşetli mevcudat-ı seyyâlenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun. Fakat muhabbet-i İlâhiyenin ziyasını tazammun eden imanın nuruyla münevver olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip, insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın; ve cüz’iyetin içinde bir küllîsin; küçüklüğün içinde bir âlemsin; ve hakaretin içinde öyle makamın büyük ve daire-i nezaretin geniş bir nâzırsın ki, diyebilirsin: “Benim Rabb-i Rahîmim dünyayı bana bir hane yaptı. Ay ve güneşi o haneme bir lâmba; ve baharı, bir deste gül; ve yazı, bir sofra-i nimet; ve hayvanı bana hizmetkâr yaptı. Ve nebâtâtı o hanemin ziynetli levazımatı yapmıştır.”[17]


Risalelerin hemen her tarafında karşımıza çıkan bu üslûpta, gerçi insanın âcizliği ve zayıflığı vurgulu bir şekilde dile getirilmektedir; ancak bu insanı ezen ve yeis içine düşüren bir tanıtım değildir. Bilâkis, onu sonsuz bir kudret ve rahmet Sahibine aracısız şekilde bağlayan ve Ondan başka hiçbir şeye boyun eğdirmeyen, hiç kimse karşısında küçük düşürmeyen bir üslûptur. Bu üslûbun, kişiyi doğrudan doğruya Rabbiyle irtibatlandıran ve Rabbini de ona herşeyden önce rahmetiyle tanıtan Kur’ân’ın üslûbundan bir yansıma olduğu açıkça görülmüyor mu?

İnsanın âfâkî tefekkürü

Üzerindeki her nimetin Rabbinden gelen bir ihsan olduğunu bilen bir insan, kendi üzerinde gördüğü ve bilfiil yaşamakta olduğu hakikatleri, etrafındaki âlemde de görür. Ve sadece görmekle de kalmaz, bu hakikatleri fiilen  ve halen cismiyle, aklıyla, ruhuyla, kalbiyle yaşar. “Nasıl yaşar, neler yaşar, neler hisseder?” diye soracak olursanız, bunun en güzel cevaplarını yine Risale-i Nur’da bulursunuz. İşte bir nümunesi:


Nasıl ki ceset ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır; ve lâfız mânaya bakar, ona göre nurlanır; ve suret hakikata istinad eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de, bu maddî ve cismânî olan âlem-i şehadet dahi bir cesettir, bir lâfızdır, bir surettir; âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esmâ-i İlâhiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, can alır, ona bakar, güzelleşir. Bütün maddî güzellikler kendi hakikatlerinin ve mânâlarının mânevî güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatleri ise, esmâ-i İlâhiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir. Ve bu hakikat, Risale-i Nur’da kat’î ispat edilmiştir.

Demek bu kâinatta bulunan bütün güzelliklerin envâı ve çeşitleri, âlem-i gayb arkasında tecellî eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerret bir cemâlin Esmâ vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emârâtlarıdır. Fakat nasıl ki, Vâcibü’l-Vücudun Zât-ı Akdesi, başkalara hiçbir cihette benzemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir. Öyle de, onun kudsî cemâli, mümkinatın ve mahlûkatın hüsünlerine benzemez, hadsiz derecede daha âlidir.

Evet, koca Cennet bütün hüsün ve cemâliyle bir cilvesi bulunan ve bir saat müşahedesi ehl-i Cennete Cenneti unutturan bir cemâl-i sermedî, elbette nihayeti ve şebîhi ve nazîri ve misli olmaz. Malûmdur ki, herşeyin hüsnü kendine göredir; hem binler tarzda bulunur ve nevilerin ihtilâfı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Meselâ, gözle hissedilen bir güzellik, kulakla hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akılla fehmedilen bir hüsn-ü aklî, ağızla zevk edilen bir hüsn-ü taam bir olmadığı gibi; kalb, ruh ve sair zâhirî ve bâtınî duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilâfı gibi muhteliftir. Meselâ, imanın güzelliği ve hakikatin güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemâli ve suretin cemâli ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi; Cemîl-i Zülcelâlin nihayet derecede güzel olan Esmâ-i Hüsnâsının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş.

Eğer Cemîl-i Zülcelâlin esmâsındaki hüsünlerin mevcudat aynalarında bir cilvesini müşahede etmek istersen, zeminin yüzünü bir küçük bahçe gibi temâşâ edecek bir geniş, hayalî gözle bak. Ve hem bil ki, rahmâniyet, rahîmiyet, hakîmiyet, âdiliyet gibi tâbirler, Cenâb-ı Hakkın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şe’nlerine işaret ederler.

İşte, başta insan olarak bütün hayvanatın muntazaman bir perde-i gaybdan gelen erzaklarına bak, Rahmâniyet-i İlâhiyenin cemâlini gör.

Hem bütün yavruların mu’cizâne iaşelerine ve başları üstünde ve annelerinin sinelerinde asılmış tatlı, sâfi, âb-ı kevser gibi iki tulumbacık süte temâşâ eyle, rahîmiyet-i Rabbâniyenin câzibedar cemâlini gör.

Hem bütün kâinatı envâıyla beraber bir kitab-ı kebîr-i hikmet ve öyle bir kitap ki, her harfi yüz kelime, her kelimesi yüzer satır, her satırı bin bab, her babı binler küçük kitap hükmüne getiren hakîmiyet-i İlâhiyenin cemâl-i bîmisâline bak, gör.

Hem kâinatı bütün mevcudatıyla mizanı altına alan ve bütün ecram-ı ulviye ve süfliyenin muvazenelerini idame ettiren ve güzelliğin en mühim bir esası olan tenasübü veren ve herşeye en güzel vaziyeti verdiren ve her zîhayata hakk-ı hayatı verip ihkak-ı hak eden ve mütecavizleri durduran ve cezalandıran bir âdiliyetin haşmetli güzelliğine bak, gör.

Hem insanın geçmiş tarihçe-i hayatını buğday tanesi küçüklüğündeki kuvve-i hafızasında ve her nebat ve ağacın gelecek tarihçe-i hayat-ı saniyesini çekirdeğinde yazmasına ve her zîhayatın muhafazasına lüzumu bulunan âlât ve cihazata, meselâ arının kanatçıklarına ve zehirli iğnesine ve dikenli çiçeklerin süngücüklerine ve çekirdeklerin sert kabuklarına bak ve hafîziyet ve hâfiziyet-i Rabbâniyenin letafetli cemâlini gör.

Hem zemin sofrasında Kerîm-i Mutlak olan Rahmân-ı Rahîmin misafirlerine rahmet tarafından ihzar edilen hadsiz taamların ayrı ayrı ve güzel kokularına ve muhtelif, süslü renklerine ve mütenevvi, hoş tatlarına ve her zîhayatın zevk ve safâsına yardım eden cihazlara bak, ikram ve kerîmiyet-i Rabbâniyenin gayet şirin cemâlini ve gayet tatlı güzelliğini gör.

Hem Fettâh ve Musavvir isimlerinin tecellîleriyle başta insan olarak bütün hayvanatın su katrelerinden açılan pek çok mânidar suretlerine ve bahar çiçeklerinin habbe ve zerreciklerinden açtırılan çok cazibedar simalarına bak, fettâhiyet ve musavviriyet-i İlâhiyenin mu’cizatlı cemâlini gör.

İşte, bu mezkûr misallere kıyasen, Esmâ-i Hüsnânın her birisinin kendine mahsus öyle kudsî bir cemâli var ki, bir tek cilvesi koca bir âlemi ve hadsiz bir nev’i güzelleştiriyor.

Bir tek çiçekte bir ismin cilve-i cemâlini gördüğün gibi, bahar dahi bir çiçektir. Ve Cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Baharın tamamına bakabilirsen ve Cenneti iman gözüyle görebilirsen bak, gör, cemâl-i sermedînin derece-i haşmetini anla. O güzelliğe karşı iman güzelliğiyle ve ubudiyet cemâliyle mukabele etsen çok güzel bir mahlûk olursun. Eğer dalâletin hadsiz çirkinliğiyle ve isyanın menfur kubhuyla mukabele edip karşılasan, en çirkin bir mahlûk olmakla beraber, bütün güzel mevcudatın mânen menfurları olursun.[18]


Hayatın bütün alanlarında imanın neş’esini yaşamak

İman hayatın kendisi demektir; ancak hayat yeknesak bir şekilde sürüp gitmez. Hayatın gençliği olduğu gibi yaşlılığı da, sağlığı olduğu gibi hastalığı da, zenginliği olduğu gibi yoksulluğu da, sevinçleri olduğu gibi dertleri de vardır. Ayrıca aile, iş, kadın, erkek, toplum, dünya, savaş, barış, kabir, âhiret gibi nice farklı alanları vardır. Bütün bunlar, gerçekte, ayrı ayrı lütuf ve ihsan alanlarıdır, dolayısıyla ayrı ayrı güzelliklerin meydanıdır; ama bunları fark edebilmek için bütün bu farklı güzellikleri ayırt edecek ve zevkine varabilecek bir şuur gereklidir.

Risale-i Nur, Gençlik Rehberinden İktisat Risalesine, Hanımlar Rehberinden Hastalar Risalesine kadar yüzlerce farklı bahisleriyle okuyucularına işte bu şuuru yaşatan eserlerdir. Okuyucu, ondan aldığı iman dersiyle hayatın farklı alanlarına baktığı zaman, yazın güzelliğiyle beraber kışın güzelliğini de görür, gençliğin nimetlerini tattığı gibi yaşlılığın nimetlerini de tadar, sağlığına şükrettiği gibi hastalığına şükreder, bu dünyaya gelmekten hoşlandığı gibi ebedî âleme geçeceği günü de bir bayram günü gibi karşılar.

İşte, telif edilmeye başladığı günden beri Risale-i Nur’un dillerden düşmemesinin sebebi budur. Onun satırlarında saf bir imanın neş’esini bulan insanlar, bu neş’eyi biteviye yaşamak isterler. Sadece yaşamakla da yetinmezler, onu tekrar tekrar anlatmak isterler. Onun için Risale-i Nur’lar tekrar tekrar okunur; ve okundukça onun Kur’ân’dan yansıttığı hakikatler, ruhları manevî Cennet hazlarıyla mest eder. Bu, Risale-i Nur’un kendisini başka eserlerden farklı kılan en önemli özelliklerinden biridir. Ama aynı zamanda – Üstadın tabiriyle “mukallitlerin hatâsı yüzünden” – onun ayna olduğu şeye perde haline gelmesinin de başlıca sebebidir. Konunun bu cephesi, yazı serimizin son bölümü olmasını umduğumuz bir sonraki bölümde ele alınacaktır.

[İlk yayın tarihi: 28 Aralık 2020]


Kalem Yazmak Zorunda: Kur’an ve Sünnet Işığında Risale-i Nur Cemaatlerinin Dünü, Bugünü, Yarını adlı eserinden alınmıştır. Kitabı bütün kitap sitelerinde bulabilirsiniz. İki örnek:

https://www.kitapoba.com/kalem-yazmak-zorunda

https://www.babil.com/kalem-yazmak-zorunda-kitabi-umit-simsek


Sitemizde yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


[1] Bkz. 10:7, 11, 15; 18:110; 25:21, 40; 29:36; 33:21; 39:9; 45:14; 60:6.

[2] Rum sûresi, 30:50.

[3] En’âm sûresi, 6:95.

[4] Rûm sûresi, 30:28.

[5] Nûr sûresi, 24:22.

[6] Kasas sûresi, 28:77.

[7] Bkz. Hicr sûresi, 15B29; Secde sûresi, 32:9; Sâd sûresi, 38:72.

[8] Bkz. Mevdudî, Tefhîmü’l-Kur’ân, 32:9 ve 15:29’un açıklamaları.

[9] 30. Söz, 1. Maksat: http://erisale.com/#content.tr.1.726http://erisale.com/#content.tr.1.726

[10] 11. Söz: http://erisale.com/#content.tr.1.188

[11] 4. Şua, 5. Mertebe, 4. Mesele http://erisale.com/#content.tr.4.110

[12] 30. Lem’a, 6. Nükte, 5. Şua, 3. Vazifesi: http://erisale.com/#content.tr.3.635

[13] Bakara sûresi, 2:222.

[14] Müslim, Tevbe: 3.

[15] 32. Söz, 2. Mevkıf, 3. Maksat, 4. Remiz: http://erisale.com/#content.tr.1.847

[16] 23. Söz, 2. Mebhas, 3. Nükte: http://erisale.com/#content.tr.1.434

[17] 23. Söz, 2. Mebhas, 4. Nükte: http://erisale.com/#content.tr.1.440

[18] 4. Şua, 6. Mertebe, 2. Burhan, 4. Nokta: http://erisale.com/#content.tr.4.115

15 Ağustos 2021 Pazar

İktisat dünyası


*

ÜMİT ŞİMŞEK


Bir küçücük gezegendir dünyamız, uzayda uçup giden.

Yıldızlar arasında görülmez bile.

O küçüklüğüyle beraber, sayısız canlılara beşiklik eder.

Milyonlarca tür canlı barınır onun üstünde.

Milyonlarca yıl boyunca yaşar, gider hepsi de.

Ve bu gezegen, milyonlarca yıl önceki tazeliğiyle canlı kalır.

Hiçbir şeyi eksilmez, hiçbir şeyi eskimez.

***

Havası hep tazedir dünyanın.

Oysa o, her an sayısız vücutlara girip çıkar.

Damarlardan çıkar, yapraklara girer.

Birinden diğerine koşarken kokuları taşır beraberinde.

Aynı anda da üzerine sesler ve sözler kaydedilir.

Sonra onlar silinir, yerine başkaları kopyalanır.

Ne kadar kullanılsa, ne kadar şekilden şekle girse, hava yine aynı havadır.

Eskimez, yıpranmaz, çürüğe çıkarılmaz.

***

Yerinde ve semâsında sular hiç kesilmez dünyanın.

Her an bir yerlerden bulutlara yükselir, bir yerlerde de bulutlardan aşağılara iner. Derelerden akar, denizlerde toplanır. Köklerden süzülür, yapraklardan havaya geçer. Defalarca yağmur olur, defalarca dere olur. Defalarca vücutlarda kullanılır ve atılır.

Yine de eksilmez ve eskimez.

Suyu da, havası gibi her an tazedir bu küçük gezegenin.

***

Bir parça topraktan, milyonlarca yıl boyunca hayat fışkırır, durur.

Farklı bitkiler, farklı çiçekler, farklı meyveler çıkar ondan.

Dünya topraklarının yaratılışından bu yana yeşerttikleri bir araya toplanacak olsa, onları barındırmak için Güneş Sisteminin bütün gezegenleri yetmez.

Ama toprak yine aynı topraktır.

Eskimez ve eksilmez.

Ondan eksilenler, yine aynı gezegenden tamamlanır.

Ve hayat, ilk günün canlılığıyla aynı topraktan fışkırmaya devam eder.

***

Ömrünü tamamlayan bir yaprak yere düşer, toprağa karışır.

Bir sonraki mevsimde, yine ağaçtan bir parçadır o yaprak.

Defalarca ağaca ve toprağa girer ve çıkar.

Her mevsim, ağacın yaprakları aynı tazelikle yeşerir.

Meyveler aynı canlılıkla biter dallarda.

Ortaya çıkan eserde, eskimişlik ve kullanılmışlıktan en küçük bir iz yoktur.

***

Bir küçücük gezegendir dünyamız, uzayda uçup giden.

İçinde milyonlarca âlem barınır.

Ve bir küçücük gezegen, binlerce dünya olur.

Yaşlansa de eskimez ve yıpranmaz dünya.

Çünkü yaratılışında bir hikmet ve iktisat vardır.

Onun güzel yüzüne bakanlar, kâinatta savurganlığa yer olmadığını görürler.

 


Sitemizde yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek