SON EKLENENLER
latest

28 Ağustos 2021 Cumartesi

Dalkavukluğun önünü bıçak gibi kesen âyet ve hadisler


***

Ettiklerine sevinen ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşlananları azaptan kurtulurlar sanma. Onlar için acı bir azap vardır.

Âl-i İmrân, 3:188

Övülmekten hoşlanmak, hele bir de yapmadığı şeylerden dolayı şeyler sebebiyle övülmekten hoşlanmak, 212. Kur’an Buluşmasının ana konusuydu. Okuduğumuz âyetler, hadisler ve müfessir yorumları, bu zayıf damarımız hakkında oldukça şiddetli uyarılar içeriyordu.

Bir defasında Resulullah’ın (s.a.v.) yanında birisinden bahsedilmiş, adamın biri de onu övmüştü.

Resulullah “Yazık sana, arkadaşının boynunu vurdun” buyurdu ve bu sözü birçok defa tekrarladı. Sonra da şöyle buyurdu:

“Eğer sizden birisi arkadaşını övecek olursa ve gerçekten onun övdüğü gibi olduğuna inanıyorsa, ‘Onun şöyle şöyle olduğuna inanıyorum’ desin. Çünkü onu hesaba çekecek olan Allah’tır; Allah’a karşı ise hiç kimse temize çıkarılamaz.” (Buharî, Şehâdât: 16, Edeb: 54; Müslim, Zühd: 65; bkz. Ebû Dâvud, Edeb: 9; İbni Mâce, Edeb: 36).

Başka bir sefer de adamın biri Hz. Osman’ı övmeye başlamıştı. Mikdad da dizlerinin üzerine çökerek adamın üstüne çakıl taşları atmaya başladı.

Hz. Osman “Ne yapıyorsun?” deyince de şöyle cevap verdi:

“Resulullah ‘Dalkavukları gördüğünüzde yüzlerine toprak saçın’ buyurdu.” (Müslim, Zühd: 69; bkz. Ebû Dâvud, Edeb: 9; Tirmizî, Zühd: 55; İbni Mâce, Edeb: 36).

Önemli mevkilerde bulunan kimselerin her zaman karşılaştıkları ve büyük ekseriyetle pek hoşlandıkları bir durumu da, şu hadise tasvir ediyor ve bunun üzerine Resulullah’ın yaptığı uyarı da hepimiz için çok önemli bir ders içeriyordu:

Adamın biri, Resulullah’a (s.a.v.) gelerek “Kureyş’in seyyidi sen misin?” diye sordu.

Resulullah “Seyyid Allah’tır” buyurdu.

Bu defa adam “Kureyş’in en güzel sözlüsü ve büyüğü sen misin?” dedi.

Resulullah “Sizden biri ne söyleyecekse onu söylesin, şeytan onu peşine takmasın” buyurdu. (Müsned, 4:25).

Kur’an Buluşmasını şu tesbitlerle bitirdik:

  • Her alanda ve her seviyede yöneticiler için dikkate alınması gerektiği halde çok defa ihmal edilen bir gerçek:
  • İnsanlarda, topluluğun eliyle gerçekleşen başarıları lidere mal etmek eğilimi vardır.
  • Liderlerin de bu başarılarda hiç şüphesiz payı vardır; hattâ bu paylar “olmazsa olmaz” seviyesine bile ulaşabilir. Ancak bu durumdan, “Herşeyi lider başardı” sonucu çıkmaz.
  • Bu gerçeğin ihmal edilmesi, dalkavukluğu geçer akçe yapar, en sağlam karakterli insanları bile zamanla “yapmadıklarıyla övülmekten hoşlanır” hale getirebilir.

UTESAV organizasyonuyla Erdemli İş Adamı projesi çerçevesinde gerçekleşmekte olan Kur’an Buluşmalarının bu bölümü, MÜSİAD’ın yeni genel merkezine taşınmakta oluşu sebebiyle, İstinye’deki Cevahir Sosyal Tesislerinde gerçekleşti.

212’nci Kur’an Buluşmasının tam kaydını şu videodan izleyebilirsiniz:

https://youtu.be/wj_SpfH557s

İlk yayın tarihi: 8 Aralık 2018


Sitemizde yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


26 Ağustos 2021 Perşembe

Bir kişinin hukuku


İşte bu yüzden Biz İsrailoğullarına buyurduk ki, kim bir cana kıymamış yahut yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir kimsenin hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını kurtarmış gibidir.

Mâide Sûresi, 5:32

ÜMİT ŞİMŞEK

ÂYET-İ KERİME, insanlık tarihindeki ilk cinayet olan Kabil-Habil vak’asını naklettikten sonra, peygamber katili bir millete yapılmış olan uyarıyı hatırlatıyor:

 

Bir kişiyi haksız yere öldüren, bütün insanları öldürmüş gibidir. Bir kişinin hayatını kurtaran da bütün insanları kurtarmış gibidir.


Bu ifadede bir teşbih vardır, bir kıyas yapılmıştır. Anlamı doğru olarak çözebilmek için, birbiriyle aralarında benzerlik kurulan iki şeyin arasındaki “benzetme yönünü” (vech-i şebeh) dikkate almak gerekir.

Teşbih bir kişiyi öldüren ile bütün insanları öldüren (yine aynı sebeple, bir kişiyi kurtaran ile bütün insanları kurtaran) kimse arasında cereyan etmektedir. Acaba bunlar arasındaki ortak yön nedir? Hangi yönden bu ikisi arasında bir benzerlik kurulmuştur?

Bu benzerlik, kemiyet, yani sayı yönünden olamaz. Eğer öyle olsaydı, bir kişiyi öldüren bir kimse hakkında, daha sonraki cinayetleri için bir suç artışı söz konusu olmaz, meselâ âdi bir katil ile Stalin arasında fark kalmazdı.

Bu durumda, benzetme yönünü daha başka yerlerde aramak gerekiyor.

Eğer hadiseye nicelik değil de nitelik (keyfiyet) yönünden yaklaşırsak, bu sorunu çözmekte zorlanmayız. Özellikle İlâhî sıfatlar açısından ele aldığımız zaman, durum daha da netleşecek ve insan haklarının Kur’ân’da nasıl bir yere sahip olduğu görülecektir.

Evet, haksız yere bir cana kıymak, nitelik itibarıyla, en büyük bir cinayettir. Kıyılan can bir tane de olsa cinayettir, bin tane de olsa cinayettir. Bütün insanlığın hayatına kasteden bir kimse nasıl bir cinayet işlerse, tek bir mâsumun hayatına kasteden de aynı nitelikte bir suç işlemiş olur. Bir damla ile deniz arasında mahiyet farkı olmadığı gibi, bu iki cinayet arasında da mahiyet farkı yoktur.

Bundan da şu önemli sonuç çıkar:

Allah huzurunda, bir insanın hakkı ile bütün insanlığın hukuku aynı önemde ele alınacak; bunlardan biri diğerinin önüne geçmediği gibi, geri de kalmayacak, asla küçümsenmeyecek ve ihmale uğramayacaktır.

İnsanın bütün İlâhî sıfatlar karşısında durumu böyledir. Allah’ın kudreti karşısında bütün insanları yaratmak tek bir insan yaratmak gibi kolay, bir insanın yaratılışı da tüm insanlığın yaratılışı kadar önemle ve özenle yürütülen bir icraattır. Bir kişinin hal ve hareketlerini de, Yüce Allah, bütün insanlığın hal ve hareketleri gibi önemle takip eder ve kayıt altına alır. Bir kişinin duasını, tüm kâinatın duasına kulak verircesine dinler. Kocasını şikâyet eden kadın hakkında sûre indiren Allah’ın ilminden hiçbir şey saklı kalmadığı gibi, mahkemesinde de hiçbir hak zayi olmaz; en küçük görülen şey ile en büyük zannedilen şeyin dâvâları, bir arada, aynı önem ve aynı dikkatle, pek seri bir şekilde görülür.

İşte burada bir mü’minin alması gereken büyük bir hukuk dersi vardır:

Hak haktır, küçüğü büyüğü olmaz. Hak sahiplerinin de azı, çoğu, küçüğü, büyüğü olmaz. İster maddî, isterse manevî olsun, insanlar arasındaki rütbe farkları İlâhî adalet karşısında kimseye bir ayrıcalık da sağlamaz, kimsenin hukukunun ihmaline sebep de olmaz. Bir köle ile bir hükümdar, âdi bir mü’min ile bir veli, adı sanı duyulmamış bir kimse ile bütün bir insanlık âlemi, orada tam bir adaletle muamele görür. Onlardan herbirinin bedenindeki herbir hücrenin duasını dinleyip ihtiyacını gören Yer ve Gökler Rabbi, onlardan herbirinin maddî ve manevî haklarını da öylece görür, gözetir ve gereğini yerine getirir.

Mü’minin bundan çıkarması gereken sonuç, hak ihlâllerinin hiçbirini küçümsememek olmalıdır — tabii iyiliklerin de.

Zira İlâhî adalet en küçük bir hak ihlâlini ihmal etmeyeceği gibi, İlâhî rahmet de en küçük bir iyiliği karşılıksız bırakmayacak; Mahkeme-i Kübrâda bunlardan hiçbiri küçük ve önemsiz görülmeyecektir.


Sitemizde yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


25 Ağustos 2021 Çarşamba

Belgesellerin vahşî dünyası

***

Yalanların en büyüğü, içinde gerçekleri barındıran, hattâ bazan tümüyle gerçeklerden ibaret olan yalanlardır. Tabiatperest bir bakış açısını yansıtan doğa belgeselleri bu gerçeğin örnekleridir.


ÜMİT ŞİMŞEK


Televizyonun o kadar da kötü birşey olmadığını söyleyenlerin elindeki en önemli savunma kozu belgesellerdir. Başka programlar ne kadar zarar verse yahut vakit öldürse de belgeseller insana birşeyler öğretir. Biz bunları seyrettiğimizde sadece hoş vakit geçirmekle kalmayız; aynı zamanda bilgi dağarcığımıza da birşeyler katmış oluruz. Veya öyle zannederiz. Gerçek ise bundan çok daha farklıdır. Hattâ diyebiliriz ki, televizyonun asıl tahribatı, sinsi ve kalıcı bir şekilde, belgeseller cephesinde ortaya çıkmaktadır.

En son izlediğiniz tabiat belgesellerinde ne gördüğünüzü hatırlıyor musunuz?

Büyük ihtimalle bunlar maymun, firavun ve kaplan-timsah türü şeyler olacaktır. Hatırlamıyorsanız, belgesel kanallarından birini şimdi açın; bunlardan biriyle karşılaşma ihtimaliniz çok yüksektir.

“Gerçek değil mi bunlar?” diyebilirsiniz. Unutmayın ki, yalanların en büyüğü, içinde gerçekleri barındıran, hattâ bazan tümüyle gerçeklerden ibaret olan yalanlardır. Hayatın gerçeklerinden sadece göstermek istediğiniz bir kesiti alır, “İşte hayat budur” derseniz, bu size yalan olarak yeter. Batı kaynaklı tabiat belgesellerinin yaptığı bundan başka birşey değildir.

Bir tabiat belgeselini izlediğimizde, biz gerçek dünyayı değil, yönetmenin hayalindeki dünyayı izlemiş oluruz. Belki de bu film üzerinde yüzlerce kişi çalışmış, yıllarca emek verilmiştir. Ancak bütün bu emekler belirli bir görüş doğrultusunda yönlendirilmiş; kameralar dünyaya sadece bu görüşü doğrulayacak manzaraları yakalamak için bakmış; çekilen sahneler bu görüşü doğrulayacak şekilde ayıklanmış ve montajlanmıştır. Dünyaya bu bakış açısından baktığınız zaman, maymunları, firavunları, kaplanları, çakalları, sırtlanları görürsünüz. Bu arada gözünüz rengârenk tüyleriyle olağanüstü güzellikteki bir kuşa takılacak olursa, biraz bekleyin: Büyük ihtimalle, onu da bir timsah kapacaktır. Çünkü Batılı belgesellerin dünyasında güzellik bizzat ve kasten var olmaz, var olsa da gösterilmez; eğer gösterilecekse, dolaylı olarak ve bir çirkinliğe yahut vahşete âlet olmak üzere gösterilir.

Batı kaynaklı tabiat belgesellerinin bir ayağı vahşet ise, diğeri abesiyettir. Vahşetin kokusunu bir yıllık mesafeden alan Batılı belgesel yönetmeni, burnunun dibindeki hikmet ve sanat eserleri karşısında bütünüyle kör, sağır ve dilsizdir. Görmek zorunda kaldığı zaman da bunu önce abesiyete çevirir, sonra “Bu canlı böyle bir yetenek geliştirmiştir” gibilerden bir “açıklama” ile, kendisi gibi şuursuz bir hayvana mal ederek işin içinden sıyrılır! Allah’ın kalpleri nasıl mühürlediğini görmek isteyenler, Batının tabiat belgesellerinden hangisini izleyecek olsalar, aradıkları ibret levhalarını fazlasıyla bulacaklardır.

Zamanla bizim dünyamızı da vahşî Batı belgesellerinin şekillendirdiğini düşünmek, işin asıl ürpertici yönünü teşkil ediyor. “Ben onların baktığı yerden bakmıyorum” diyerek bu belgesellere dadanan insanlar, izledikleri şeyden hiç etkilenmediklerini mi sanıyorlar? Tam tersine, kurt gövdenin içinde ağır ağır ilerliyor, imanın temellerini sabırla kemirmeye devam ediyor. Depremleri Allah’ın elinden alıp fay hatlarının yetki alanına devredenler bir günde bu hale gelmedi. Bu insanlar, kendilerine Kur’ân’ın âyetleri okunduğunda itikatlarını düzeltseler bile, yılların biriktirdiği kazuratı temizlemek hiç kolay olmuyor ve Müslüman ülkenin Müslüman insanlarının imanları bir mühtedî imanından daha ileri geçemiyor. Yani, Kur’ân’ın gösterdiği gibi herşeyi hikmet ve rahmet ışığında görmek yerine, önce kâinatı tümüyle bir vahşet ve abesiyet batağına atıyor, sonra herşeyi birer birer ondan kurtarıp temizlemeye çalışıyoruz!

Televizyonun iyi bir eğitici olmadığını artık herkes öğrenmiş sayılır; ama bu hükmün belgeseller için de geçerli olduğunu anlamak için herhalde ciddî şekilde sarsılmaya ihtiyacımız var. Umarız, şu tasvirler üzerinde düşünerek “Bizim yerimiz bunlardan hangisine daha yakın?” sorusuna cevap aramak, böyle bir uyarı yerine geçer:

“Gözün nuru, nur-u imanla ışıklanırsa ve kavîleşirse, bütün kâinat gül ve reyhanlarla müzeyyen bir cennet şeklinde görünür. Gözün gözbebeği de, balarısı gibi, bütün kâinat safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden, burhanlarından alacağı ibret, fikret, ünsiyet gibi usare ve şıralarından vicdanda o tatlı imanlı balları yapar.

“Eğer o göz küfür zulmetiyle kör olursa, dünya, genişliğiyle beraber bir hapishane şekline girer. Bütün hakaik-i kevniye, nazarından gizlenir. Kâinat ondan tevahhuş eder (vahşet alır).” (İşârâtü’l-İ’câz.)

Özellikle son cümle vahşetin adresini açıkça göstermiyor mu?


Sitemizde yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


23 Ağustos 2021 Pazartesi

Okumayı unutan adam(lar)


***

Ünlü bir yazar, bir sabah âniden okumayı unutuverdi ve okumaz-yazar haline geldi. Fakat onu tedavi eden doktorun durumu daha da içler acısıydı. Ya toplum olarak bizim halimiz?


ÜMİT ŞİMŞEK


Kanada’lı Howard Engel, 2001 yılının bir Temmuz sabahında gazetesini açtığı zaman, hiçbir şeyi okuyamadığını fark etti. Resimleri görüp anlamakta zorluk çekmiyor, fakat gazetenin hangi köşesini okumaya kalksa, karşısına “hiyeroglif” ile doldurulmuş bir metin çıkıyordu.

Oysa okumak, 70 yaşındaki Howard Engel’in o Temmuz sabahına kadar nefes alıp verircesine yaptığı en doğal işlerinden biriydi. Çocukluğunda, henüz mahallesindeki eczanenin yerini öğrenmeden, astronomi okumalarıyla gökyüzündeki yıldızların, bulutsuların, galaksilerin yerini öğrenmişti.

Üstelik Howard Engel bir yazardı. Kanada’ya ilk detektif roman kahramanını armağan ettikten başka, onu izleyen 200 kadar yazarı da ülkesine kazandırmıştı. Fakat ünlü yazar şimdi kendi yazdıklarını da okuyamıyordu.

İşin daha da garibi: Howard Engel’in yazma konusunda hiçbir problemi yoktu. Kalemi aynen eskisi gibi işliyordu. Fakat ne yazdığını kendisine sormayın! “Meselâ s’yi yazarken s olarak yazıyorum; ama okumak istediğimde bir an için bana w olarak görünüyor” diyordu.

Doktorlar, Engels’in okumasını engelleyen ârızaya “aleksiya” teşhisi koydular. Bu, beynin görme işlevini gören bölümünde küçük bir kısmı etkileyen bir felç durumuydu. İncecik bir damarda bir noktacık kan pıhtısı, 60 küsur yıldır okuyup yazan bir adamı, bir anda okumaz-yazar haline getirebiliyor!

Engel’in başına gelen şey son derece nadir bir vak’a olarak nitelense de, bu bize pek inandırıcı gelmiyor. Hattâ, kendisini tedavi eden doktorun “Akıl Gözü” adlı kitabında Engel’in macerasını anlatırken yazdıklarına bakılırsa, bizzat doktor da benzer bir problemin pençesinde olmalı:

“Okur-yazarlığımızı İlâhî bir müdahaleye borçlu değiliz,” diyor nörolog Oliver Sacks bu kitabında. “Sinir sistemimizde öteden beri var olan eğilime yeni bir yaratıcı kullanım alanı açan kültürel ayıklama ve kültürel bir müdahale sonucunda okur-yazar olmuş bulunuyoruz.” (Not: Bu cümlenin orijinali de tercümesi kadar, hattâ yazarın kafası kadar karışıktır. Hastasından farklı olarak, doktorun okuma problemi, yazmasını da bir ölçüde engellemişe benziyor!)

Nöroloji uzmanı, okuma-yazma eylemini ortaya çıkaran fiilin üzerinde tanrısal özellikler görmüş; fakat bu özelliklerde imza sahibi olarak “kültürel müdahale” ve “kültürel ayıklama” isimlerini okumuş. Tabii ki kendisi bu alanda yalnız değil; zamanımızda bilim adamlarının ekseriyeti aynı yolu seçtiği için, İlâhî fiiller üzerinde yaratılmışların (veya “doğa” yahut “doğal ayıklama” gibi hiç yaratılmamışların) ismini okumak, s’yi w okumak kadar kusurdan addedilmiyor.

Bu durum sadece bir kısım bilim adamlarına has bir meslek hastalığı olarak kalsaydı, bizi fazlaca endişelendirmezdi. Lâkin gökten ve yerden üzerimize yağan nimetlerin taşıdığı apaçık mesajların okunmasını engellemek üzere birer “jammer” olarak tasarlanan bazı kavramlar şimdi hergün çeşitli vesilelerle karşımıza çıkıyor. Bugüne kadar kâinattaki İlâhî nimet eserleri tümüyle görmezlikten gelinir, herşey kan revan içinde bir mücadele olarak sunulurdu. Fakat her yerde karşılaştığımız rahmet, şefkat, ikram, hüsün, cemal gibi İlâhî fiil ve sıfatlar bütünüyle gözden saklanamayınca, bu defa bunlar yanlış şekilde etiketlenmeye başladı. Amaç belli: bu kavramların doğru şekilde okunmasını engellemek. İşte, yıllardır uğradığı onca eleştiriye rağmen bir hayli uzun zaman piyasada kalan şu ürün reklâmına bakın:

“Bu üründeki meyve suyu, cömert meyve ağaçlarının, o ağaçlara kucak açan toprağın, su veren yağmurun ve onlara yaşam veren güneşin sayesinde üretildi. Doğa, ona hak ettiği saygıyı göstermenin, emek harcamanın ve onu sabırla beklemenin karşılığını bize birbirinden güzel, birbirinden olgun, birbirinden tatlı meyvelerini sunarak verdi. Cappy’nin lezzetinin kaynağı olan doğaya, sonsuz teşekkürlerimizle.”

Firma bu inadında yalnız mı? Hayır. Haberleriyle, reklamlarıyla, kitaplarıyla bizi her  taraftan kuşatan telkinler, “doğa”nın armağanlarını saymakla bitiremiyor. Sirkeden, zeytinyağından tutun, dağlara ve denizlere, süt dişlerinden sanat dallarına varıncaya kadar ne varsa, artık medyamızda alenen ve fütursuzca “doğa”ya mal ediliyor. “Doğa’nın Armağanı” adı altında kitaplar yazılıyor. “Doğa armağan etmiş bize / Mor, sarı, kırmızı, hepsi bize” diye dokunaklı mısralarla doğaya tâzimler sunuluyor. Yaratıcı güç ve bütün övgülerin mercii olarak tabiatın adıyla kâinat kitabını okuma alışkanlığı, insanlarımızın ve özellikle yeni yetişen nesillerin zihinlerine damla damla zerk ediliyor.

İşin kötüsü, İslâm toplumunda bu durum ciddî bir tepki doğurmuyor.

Yoksa, bin yıllık müktesebatını okumayı bir gecede unutan millet, şimdi de etrafındaki âlemi okumayı mı unutuyor?

***

[2 Mart 2012 tarihli Son Devir’den]


Sitemizde yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek