SON EKLENENLER
latest

22 Eylül 2021 Çarşamba

Cehalet mazeret değil!

***

Bilmediğin şeyin peşine takılma.
İsrâ Sûresi, 17:36

Bilmiyorsanız ilim ehline sorun.
Nahl Sûresi, 16:43; Enbiyâ Sûresi, 21:7

ÜMİT ŞİMŞEK

İLMİN yerini tutacak hiçbir şey yoktur. Kur’ân’ın pek çok âyeti gibi, buraya aldığımız âyetler de bu gerçeği çeşitli açılardan dile getirmektedir.

Bu âyetlerin birincisinde, ilim, otorite kaynağı olarak belirtilmiş ve ardından gidilmeye lâyık yegâne şeyin ilim olduğu bildirilmiştir.

“Bilmediğin şeyin peşine takılma” sözü, son derece yalın ve net bir ifadedir. Bu ifade ile her türlü taklit ve keyfîliğin kapısı kesin bir şekilde kapatılmaktadır. Bu da hak dinin doğasında olan birşeydir. Çünkü her zamanın ve her zeminin revaçta olan modaları, cereyanları, sapıklıkları, bâtıl fikirleri vardır. İnsan bazan esen rüzgârların etkisinde kalır, bazan bir inada kapılır, bazan bir his ve heyecanla yahut adımlarını izlediği birisinin sözüyle kendisini haktan uzak bir yerde bulabilir. Onun için, âyet son derece açık bir ifade ile “Bilmediğin şeyin peşine takılma” buyurarak her türlü yanılma ihtimalini daha işin başında bertaraf etmiştir.

Bu cümle, bir yasak ifadesi olmakla birlikte, bir emri de dile getirmektedir. “Bilmediğin şeyin peşine takılma” demek, “Peşine takılacağın şey hakkında bilgi sahibi ol” demektir. Bu ise, insanı, her hareketinde bilgili ve bilinçli davranmaya sevk eden, hattâ bundan sorumlu tutan bir buyruktur.

Nitekim konumuz olan âyetlerin ikincisi de aynı anlamı vurguluyor. Birinci âyet ilmi otorite kaynağı olarak gösterirken, ikinci âyet de ilmin adresini veriyor:

“Bilmiyorsanız ilim ehline sorun.”

İki âyeti bir arada düşündüğümüzde, “Ben birşey bilmiyorum; bilmediğim şeyin peşine de takılmıyorum” şeklinde bir mazeretin ardına sığınarak görev ve sorumluluklardan kaçmanın mümkün olmadığını anlarız. Bilmiyorsanız öğrenirsiniz; işte âyet bunu bize ders veriyor. Eğer öğrenmek için bir zahmete katlanmanız gerekiyorsa katlanın, bir külfetin altına girmek gerekiyorsa girin. Yoksa sadece bir cehalet itirafı sizi kurtarmaz.

Gerek Nahl, gerekse Enbiyâ Sûresinin aynı emri tekrarlayan âyetlerinin özel anlamında bu konuya dair bir vurgu vardır. Âyetin ilk cümlesinde “Senden önce gönderdiklerimiz de kendilerine vahyettiğimiz adamlardan başka birşey değildi” buyurulmuştur. Böylece, daha önceki peygamberlere ve onların mazhar olduğu vahye işaret edilmekte ve sonra da “Bilmiyorsanız ilim ehline sorun” cümlesiyle, Kitap Ehlinin bilginlerine gönderme yapılmaktadır. Oysa her iki âyet de Mekke döneminde inmiştir. O dönemde ise, Kur’ân’ın muhatapları olan Mekke sakinlerinin arasında, bilgilerine başvurabilecekleri Kitap Ehli bilginleri yoktu. Onları bulup birşeyler sormak için ya belirli dönemlerde onların Mekke’ye gelmesini beklemek veya onların olduğu yere gitmek gerekecekti. Sonuç olarak, “ilim ehline sormak,” ciddî bir zahmet isteyen bir işti.

Âyetin özel anlamının içerdiği bu incelik, genel anlamı itibarıyla şöyle bir vurgu yapıyor:

Bilgisizlik bir mazeret değildir; ilmin fiyatını ödemek ve ona ulaşmak gerekir.

Âyetten alınabilecek ibretlerden biri de, soruyu ilmin anahtarı olarak göstermesidir. “Bilmiyorsanız sorun” emri, açıkça, insanı sormaya, sorgulamaya, araştırmaya yöneltmektedir. Bilinmiyorsa öğrenilecektir; ama bunun yolu sormaktır. Daha genel anlamıyla, soran bir zihne sahip olmaktır. İlmin kapısı ancak bu anahtarla açılır. Bu kapının açılması ise, her türlü taklidin ve önyargının kapısının kapanması demektir.

Şurası da bir gerçek ki, sorular bir kere sorulmaya başladıktan sonra, ardı arkası kesilmeyecektir. İlimle meşgul olan herkesin gayet iyi bildiği gibi, bir sorunun cevabı başka soruları tetikler; başka sorular yeni bilgilerin kapısını açar; o kapıdan içeride ilim talibini yeni sorular bekler; böylece sorular ve cevaplar biteviye birbirini izler. Bu bakımdan, Kur’ân’ın “Sorun” emrine kulak vererek ilmin yolunu tutan bir kimse, sonsuza kadar sürüp gitme potansiyeli olan bir gelişim yoluna adımını atmış sayılır.

https://www.youtube.com/watch?v=BDnsZ93ujnU


Sitemizde yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


20 Eylül 2021 Pazartesi

İnanan adamın üstünlüğü


*

Gevşemeyin ve üzülmeyin. Eğer inanmış kimselerseniz, üstün olan sizsiniz.

Âl-i İmrân Sûresi, 3:139

 

ÜMİT ŞİMŞEK

ALLAH’IN mü’min kullarına verdiği değer, Kur’ân’ın pek çok âyetinde açıkça dile getirilir. Bu âyetlerden birisi de, inananları kesin bir üstünlükle niteleyen bu âyet-i kerimedir.

Âyet-i kerime, üstünlüğü, doğrudan doğruya imandan gelen bir özellik olarak dikkatimize sunuyor. Bu üstünlük, bir süre sonra ele geçecek olan bir üstünlük değildir. İnsanın eğer talihi yaver giderse yakalayacağı veya başka bir âlemde erişeceği bir üstünlük de değildir.

Veya, bu âyetin inişi sırasında ona muhatap olan az sayıdaki insanlara özgü bir üstünlük de değildir.

Bu, iman eden bir kula, imanıyla beraber Allah’ın bahşettiği bir üstünlüktür.

O, zaten insan olarak seçkin bir yaratılışla, diğer mahlûkattan farklı özelliklerle donatılmış, göklerde ve yerde ne varsa hepsi onun hizmetine sunulmuştur. Mü’min olarak ise, kendisine bunca nimetleri bağışlayan Rabbinin çağrısına kulak vermiş, Ona şükür ve hamdle mukabele etmiş, Rabbi de onu huzuruna alarak hitabıyla, konuşmasıyla, çok özel lütuflarıyla şereflendirmiştir.

İnanan kulun üstünlüğü, bu dünyanın ölçüleriyle takdir edilebilecek bir nitelik değildir. Çünkü o, iman vasıtasıyla, doğrudan doğruya Âlemlerin Rabbine bağlanan, Ona muhatap olan, Ona mensup olan, Ona dayanan aziz bir varlıktır. Göklerin ve yerin egemenliği karşısında bu küçücük gezegenin gelip geçici hadiseleri ne anlam taşır, böyle bir üstünlüğe ne zarar verir?

Şu kadar var ki, Yüce Allah’ın mü’min kuluna lâyık gördüğü bu üstünlüğe, kul, imanının gücü ve kendi çabası nispetinde erişecektir.

Evet, Âlemlerin Rabbi, iman eden kullarına pek büyük bir şeref bağışlamış, onları başka varlıklardan çok üstün nimet mertebelerine eriştirmiştir.

Ancak bu nimetler bir fiyat ister. Kulun da Rabbinden gelen bu lütuflara cevap vererek, onlara lâyık bir çaba harcaması, alın teri dökmesi, bu fiyatı ödemekten kaçınmaması gerekir.

İşte, bu âyet, özlü bir şekilde, mü’minin üstünlüğü için ödenecek fiyatı bildiriyor:

“Gevşemeyin ve üzülmeyin.”

Başka bir deyişle: Rabbinizin rahmetinden asla ümidinizi kesmeyin, gelip geçici sıkıntılarla sarsılmayın. Ve üzerinize düşen çabayı göstermekte, imanınızın gereği olan işleri yapmakta asla gevşekliğe düşmeyin!

Bu dünya bir imtihan dünyasıdır. Bu âyetin devamındaki âyetler de bu hakikate işaret etmekte ve dünya hayatındaki sıkıntılarla Allah’ın kullarını sınamakta olduğunu bildirmektedir. Aynı hakikati dile getiren daha başka âyetler de vardır. Bu âyet ise, peşin peşin mü’min kulun üstünlüğünü vurgulamak suretiyle şu hakikati de dile getiriyor ki, bu dünyada mü’minin çektiği sıkıntılar veya kâfirin kazandığı başarılar, kâfirlerde bir üstünlük olduğu yahut Allah’ın mü’minlere değer vermediği anlamına gelmez. Onun için, çetin şartlar ve zor zamanlar, inanan kulların imanına da, özgüvenine de, şevk ve gayretine de asla tesir etmemelidir.

Bu âyetin bir başka kayda değer yönü de, Uhud Savaşı sonrasında inen âyetler arasında oluşudur. Uhud Savaşı, bir zaferle sonuçlanmak üzereyken, mü’minlerin kendi kusurları sebebiyle yenilgiye dönüşmüştü. Lâkin bu konudaki âyetler, mü’minlere, bu yenilgiden alınacak dersleri hatırlatmakla birlikte, şiddetli ifadeler kullanmamış, tam tersine, tesellî eden, ümit veren, özgüven aşılayan bir üslûpla onları tekrar hayatın içine çekmiş ve şevk içinde yeni hedeflere sevk etmiştir.

Bu üslûptan ve bu yöntemden herkesin, özellikle irşad makamında bulunanların ve yöneticilerin alması gereken dersler vardır. Onlara da, sorumlulukları altındaki insanlarla beraber birtakım sıkıntılara düştükleri zaman, nasıl bir tavırla o insanlara yönelmeleri gerektiğini, bu âyetler pek güzel örneklerle göstermektedir.

Diğer yandan, her bir mü’minin de bu âyet-i kerimeden bir nasibi vardır ki, bu nasibin bir kısmı özgüven, bir kısmı da yükümlülük demektir.

Bu âyet, mü’mine bir özgüven aşılar. Çünkü o, doğrudan doğruya Âlemlerin Rabbinden gelen bir hitaptır ve mü’min kula “Sen üstünsün” diyerek bir rütbe bahşetmektedir.

Ancak bu rütbenin getirdiği bir de yükümlülük vardır ki, o da, imana uygun bir şekilde yaşamak, imanın gereğini hal ve hareketlerde sergilemektir.

Bu ise, şartlar ne olursa olsun, çalışmak, çabalamak demektir.

Zira dünyanın sıkıntıları, bir mü’min içi uzun boylu üzülmeye değer şeyler değildir. Eğer mü’min böyle şeyler için ah vah ederek, ağlayıp sızlanarak enerjisini tüketmezse, gevşeyip üzülmezse, ona gösterilen yüce hedefler doğrultusunda çaba harcamaktan geri durmazsa, Rabbinin ona lâyık gördüğü üstünlüğü sadece ebedî âlemde değil, bu dünyanın her halinde de yakalayabilir.



Bu sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


19 Eylül 2021 Pazar

Sonbahar neş'esi


*

ÜMİT ŞİMŞEK

Sonbahar kadar haksızlığa uğrayan bir mevsim daha yoktur. Nedense, onunla beraber hemen hüzün akla geliverir. Gerçi yaz mevsimini birtakım gelip geçici maceralarla tüketip de güze gelince ayrılık acısıyla baş başa kalanlar için bu durum geçerli olabilir; ama o da sonbaharın doğasıyla değil, kişinin hayat tarzıyla ilgili bir meseledir.

Sonbaharın bir hüzün mevsimi olmaması gerektiğine en büyük bir delil, onun renkleridir. Serinleyen havaya karşılık, o, ısınmış renklerle gelir. Bunlar, insanın ruhunda sıcak duygular çağrıştıran canlı renklerdir; hiçbir ressam bu renklerle bir matem tablosu çizmez.

Gerçi yapraklar kızarıp sararmaya başladı mı, toprağa düşecekler demektir. Fakat anlamsızlık ve tesadüfe asla yer vermeyen bir kâinatta yaprakların sıcacık renklerle toprağa düşmesinde de bir haşir müjdesi yok mudur?

***

Bahar ne kadar bahar ise, sonbahar da o kadar bahardır. Şu farkla ki, birinde çiçeklerin, diğerinde yaprakların bayramı seyredilir. “Hangisi daha güzel?” derseniz, “Özlenmiş olan” derim.

Önce bahar özlenmiş olarak gelir, sonra yerini yazın zenginliğine bırakır; bu da meyvelerin bayramıdır. Arkasından, aynı özlem duyguları içinde sonbahar rengârenk yapraklarıyla gelir. Sonra o da yerini kış mevsimine, yani, ağaçların mimarîsine bırakır. Diğer mevsimlerde çiçeklerin, yaprakların ve meyvelerin arasında pek göremediğiniz dalların vücuda getirdiği o muhteşem mimarîyi sadece kış mevsiminde doya doya seyredebilirsiniz. Kış mevsimi de tekrar yerini bir sonraki bahara bırakır. Böylece, her ayrılış, aynı zamanda özlenen bir misafirin gelişini müjdeler.

İşte bu dünyanın en esaslı bir kanunudur: Gelen bir güzellikle gelir, giden bir güzellikle gider. Gece semâsının göz kamaştırıcı manzaraları ile gece sakinlerinin tesbihatlarına fecir zamanının rengârenk tebessümleri içinde vedâ ederiz. Fakat o da yeni bir gün ile buluşmak ve yeni günün tecellîlerine kavuşmak mânâsına gelir. Nihayet zamanını doldurunca gün de muhteşem gurup manzaraları eşliğinde bize vedâ eder ve yerini başka bir gece âleminin güzelliklerine bırakır.

***

Günler böylece değişir, mevsimler değişir, herşey değişir. Fakat değişmeyen iki şey vardır:

Güzellik ve nimet.

Güzeller gider, fakat başka güzelliklere yer açmak için gider. Gelen güzellikler de ellerini gaybî rahmet hazinelerinden daha başka nimetlerle doldurmuş olarak gelir. Her yeni günle ve her yeni mevsimle, yeni yeni nimet sofraları serilir yeryüzü misafirlerinin önüne. Ve sofralar, bir usanç meydana getirecek kadar kalmazlar; nimetlerin tadı damakta iken yerlerini başka sofralara terk ederler. İşte burası, iki bakış açısının birbirinden ayrıldığı noktadır.

Kimi bu noktada gidenin arkasından ağlar, kimi de geleni sevinçle ağırlar. Aynı manzara birincisinde ayrılık, ikincisine yenilenme olarak algılanmaktadır.

İkinci bakış açısını bir hayat tarzı olarak bize kazandıracak olan anahtar, şükürdür. “Çünkü şükür, nimette in’âmı görmek demektir” der Bediüzzaman. “İn’âmı görmek ise, nimetin zevalinden hasıl olan elemi giderir. Zira şimdiki nimet zeval bulurken yerini ademe bırakmaz ki sana elem versin; meyve gibi, benzerlerinin gelmesi için yerini boşaltır, tâ ki sana teceddüd lezzetini tattırsın.”

Tabii ki, şükrün de bir şartı vardır: nimeti nimet olarak görebilmek, nimetin farkında olmak.

Sonbahar gibi bir nimetler manzumesinin farkına varmak için de, içine daldığımız hayatın parazitlerinden kendimizi kurtarmamız gerekiyor.

Sonbaharın güzelliklerini görmek mi istiyorsunuz?

Günlük hayatınızın içinde ona yer ayırın.

Sonbaharın neş’esini yaşamak mı istiyorsunuz?

Şükretmeyi deneyin.

Her bir şükür, bu özlenmiş güzelliklerinden bir kısmını daha bir nimet sofrası halinde bütün duygularınızın önüne serecektir.


Bu sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek