SON EKLENENLER
latest

6 Ekim 2021 Çarşamba

Tesbih eden âlemler: 2



Yedi gök ve yer ile bunlarda olan kim varsa Onu tesbih eder.

Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin. Lâkin siz onların tesbihini anlamıyorsunuz.
O ise hilim sahibidir ve çok bağışlayıcıdır.
İsrâ Sûresi, 17:44


ÜMİT ŞİMŞEK

ÂYET “Siz onların tesbihini anlamıyorsunuz” buyururken, aynı zamanda bir teşvikte de bulunuyor, “Anlamaya çalışın” diyor. Çünkü bütün kâinatın sürekli olarak Allah’ı övüp tesbih etmekte olduğu şeklindeki bir haber, insan için pek büyük bir haberdir. Bunu işiten insanın öyle bir manzarayı bizzat gözlemek ve Rabbini öven varlıkların tesbihini dinlemek iştiyakını hissetmesi, onun tabiatından beklenebilecek bir davranıştır. Yabancı dil öğrenimi ise insana hiç de yabancı bir iş değildir; insan ciddî bir çaba harcadığı zaman, evvelce kendisine hiçbir anlam ifade etmeyen lisanlara âşinâlık kazanabiliyor. Üstelik bunu, çoğu zaman dünyanın gelip geçici menfaatleri için yapıyor ve bu uğurda ortaya nice emekler ve paralar döküyor. Yaratılışında merak duygusu ve öğrenme yeteneği bulunan böyle bir varlığa “Etrafındaki dağlar, taşlar, bulutlar, kuşlar, yıldızlar, güneşler senin anlamadığın dillerle Rabbini tesbih edip duruyor” demek, “Çabala, dinle, bu lisanları anlamaya çalış” demektir.

Şu kadar var ki, kâinatın dilinden söz edildiği zaman, bunu iki farklı şekilde anlamak mümkündür:

Birincisi, kal dili, yani, bizim konuştuğumuz diller gibi, ancak İlâhî hikmet gereği bizim işitemediğimiz veya anlamını çözemediğimiz bir lisan.

İkincisi, hal dili, yani, varlıkların yaratılış ve yaşayışlarıyla, gördükleri işlerle dile getirdikleri anlamlar.

Acaba Kur’ân varlıkların tesbih edişinden söz ederken hangi dili kastediyor?

Bu soruya “Her ikisini de” cevabı verilebilir. Zira daha başka âyetler, dağların ve kuşların Davud Aleyhisselâm ile birlikte tesbih ettiğini bize haber vermektedir.[1] Peygamberimizin mucizeleri arasında, da taşların tesbihinin işitilmesi gibi, sahih rivayetlerle bize intikal eden haberler vardır. Bunlar, bizim konuşmamıza benzer şekildeki tesbihatın canlı veya cansız varlıklara yabancı birşey olmadığını göstermektedir. Ne var ki, bu tarz tesbihatın işitilmesi ve anlaşılması, mucize veya keramet gibi olağanüstü İlâhî ikramlara ihtiyaç gösterir. Bu noktada insanın kendi çabasıyla erişebileceği bir sonuç yok gibidir.

Hal diliyle tesbihata gelince, işte bu, kâinatın kendisi kadar aşikâr bir hakikattir. Hattâ, bütün varlıkların Yer ve Gökler Rabbini övmekte oluşu, onların kendi varlığından daha açık ve kesin bir gerçektir diyebiliriz. Çünkü her varlık, kendisini, ancak kendi varlığı kadar gösterir. Kendisini yapanı anlatmaya sıra geldiğinde ise, o artık bütün kâinatla omuz omuza vermiş, hep bir ağızdan konuşmaktadır. Çünkü onun yaratılışı da, yaşayışı da, tüm kâinatla birçok yönden karmaşık ilişkiler içinde cereyan eden bir hadisedir.

İşte, insan, kâinatın hal diliyle hamd ve tesbihlerini işitmek ve zevk etmek istediği zaman, bunu kolayca başarabilme imkânına sahiptir. Ancak daha önce temas ettiğimiz bir noktayı burada tekrar hatırlatalım:

Bu iş, büyük ölçüde “laboratuar çalışmasına” ihtiyaç gösteren bir iştir. İman hakikatlerinin laboratuarı ise kâinattır. Eğer insan dağların, ovaların, nehirlerin, denizlerin, gece ve gündüz semâsının Yer ve Gökler Rabbini nasıl tesbih ettiğini görmek ve duymak istiyorsa, onlarla baş başa kalacağı yerlere gitmek zorundadır. Hattâ sadece fiziksel olarak orada bulunmak da yetmez; dünyanın tasalarını geride bırakmak, her türlü gürültü ve parazitten sıyrılmak ve zihin ve gönüllerin tam kapasitesiyle kâinattan gelen manevî seslere yönelmek gereklidir.

İşte öyle zamanlarda, insanın kâinat ile baş başa geçirdiği bir saat, bir ömre değer hale gelir. Ve o zaman, göz ve kulak gibi nimetlerin insana niçin verildiği anlaşılır. Bu hakikat, en tatlı bir üslûpla, Bediüzzaman’ın İşârâtü’l-İ’câz adlı tefsirinde dile getirilmektedir:

“Kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen mânevî nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hattâ o nur-u iman sayesinde rüzgârların terennümatını, bulutların nâralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hâkezâ yağmur, kuş ve saire gibi her neviden Rabbânî kelâmları ve ulvî tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlâhî bir musikî dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalplere hüzünleri ve Rabbânî aşkları intiba ettirmekle kalpleri, ruhları, nuranî âlemlere götürür, pek garip misalî levhaları göstermekle o ruhları ve kalpleri lezzetlere, zevklere gark eder.”

[Devamı var]


[1] Enbiyâ Sûresi, 21:79; Sebe’ Sûresi, 34:10.


Önceki bölüm:

Tesbih eden âlemler: 1


Sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


3 Ekim 2021 Pazar

Fırıncı Ağabeyin büyük ve küçük işleri

***
Bir bitmeyecek şevk verirken beste
Bir tel kopar, âhenk ebediyyen kesilir.
Yahya Kemal

ÜMİT ŞİMŞEK

Bediüzzaman’ın eserlerinden bir muhteşem eserdi Fırıncı Ağabey. Uzun ve bereketli ömrünün en verimli çağında Risale-i Nur ile tanıştı ve ondan sonra da son nefesine kadar Risale-i Nur’dan ibaret bir hayat yaşadı. Risale-i Nur’u tanımasıyla birlikte değişen sadece kendisi olmadı. Giderken, arkasında bizzat vesile olduğu güzelliklerle süslenmiş bir dünya bıraktı.

Onu Fırıncı Ağabey yapan macera, merhum Enver Ceylân Hocanın engin ferasetiyle yaptığı bir yönlendirme sonucunda başlamıştı. O zamanlar genç bir fırıncı olan İnegöllü Mehmet Nuri Güleç’in zihnini kurcalayan sorular vardı. Allah bir anda her şeyi nasıl görüyor, nasıl biliyor, nasıl yaratıyor, nasıl yönetiyor; bunların cevabını arıyordu.

Enver Hoca onu üniversite öğrencisi Nur talebelerine yönlendirdi. Verilen adresteki küçük apartman dairesinde, en gösterişli mobilya olarak bir portakal sandığı ile sıcak bir alâka ve aradığı soruların cevabını buldu genç fırıncı. O sadelik ve sıcaklık mı genç fırıncının ruhuna aksederek onu kitlelerin Fırıncı Ağabeyi yaptı, yoksa iki sadelik ve iki sıcaklık mı orada buluşup kaynaştı? Bunu kesin olarak bilemesek de, bildiğimiz birşey var: O buluşma, İnegöllü genç fırıncıyı bütün bir milletin Fırıncı Ağabeyi yapan bir sürecin başlangıcı olarak ezelde takdir edilmişti.

Fırıncı Ağabey, Risale-i Nur’u tanıdıktan bir müddet sonra bu harikulâde eserlerin Müellifiyle de tanışma ve onun hizmetine girme şerefine erişti. Bu arada, onun mütevazi fırıncılık mesleği iyice bereketlenmiş ve muhtemelen kendisini büyük servetlere ulaştıracak bir tırmanışa geçmişti. Ama o bunu iman hizmetinden kendisini uzaklaştıracak bir tehlike olarak gördü ve fırıncılığı terk ederek kendisini tamamen Risale-i Nur’un hizmetine verdi.

Fırıncı Ağabey sadece kendi işini yapmakla yetinen bir insan değildi; o, planlar kuran, hedefler belirleyen, insanların içindeki kabiliyetlerin kokusunu alarak onlara yol açan, organizasyonlar yapan ve bu plan ve organizasyonlar için sürekli faaliyet halinde bulunan bir insandı. Kendisinin iki günü değil, iki saati bile birbirine eşit geçmediği gibi, etrafındakileri de harekete geçirmesiyle tanınmıştı. Bu özelliği sebebiyle Üstad ona “zemberek” ve “İstanbul’un Hüsrev’i” adlarını takmıştı. Yine Üstadın ona verdiği bir üçüncü isminin daha olduğunu söylemişti, ama bunu öğrenmek nasip olmadı.

İnsanları harekete geçiren bir özelliği vardı Fırıncı Ağabeyin, ama oturduğu yerden değil! O her zaman her türlü hizmetin bizzat içinde, ortasında, başında, sonunda, her tarafında idi. Onu bazan en yüksek seviyedeki ilim ve sanat erbabı ile sohbet halinde görürdünüz, bazan da Fatih’in sokaklarında medresenin inşaatına sırtında helâ taşını taşırken. Bir taraftan imkânların en ziyade kısıtlı olduğu zamanlarda Amerika Birleşik Devletlerinde Risale-i Nur hizmetini başlatmak için organizasyonlar yapar, imkânları ve insanları bulup buluşturur, sonra San Francisco yakınlarındaki El Cerrito’da faaliyete geçirdiği medrese ve yayınevinin mutfağında bulaşık yıkar, onu bitirince de oturup kitap ve dergi formalarını katlardı. Bugün dünyanın neresinde bir Risale-i Nur faaliyeti görecek olsanız, bilin ki o faaliyeti vücuda getiren halkaların bir yerlerinde mutlaka Fırıncı Ağabeyin himmeti vardır.

***

Fırıncı Ağabeyin bir özelliği dünyanın dört bir tarafına uzanan büyük hizmetleri ve – Üstadın tabiriyle – zemberekliği ise, en az onun kadar önemli diğer bir özelliği de “küçük işleri” idi. Hattâ onu herkesin Fırıncı Ağabeyi yapan asıl özelliği buydu. Tanıdık tanımadık kimin hangi işi düştüyse onunla kendisinin en önemli bir işi gibi meşgul olur ve sonuç alıncaya kadar o iş onun gözünde dünyanın en önemli işi olurdu. Bu yönüyle Fırıncı Ağabey, Peygamber ahlâkının günümüzde pek az bulunan temsilcilerinden biriydi denebilir. Resulullahı anlatan Sahabîleri “O yoksullarla ve dul kadınlarla beraber yürüyüp onların işlerini halletmekten asla yüksünmezdi”[1] diyorlar. Mazlumların avukatı merhum Bekir Berk, ona bu özelliği sebebiyle “Somuncu Baba” adını takmıştı. Fırıncı Ağabeyin yanından geçip de ondan bir iyilik görmemiş kimse görülmemiştir desek, herhalde mübalâğa etmiş olmayız.

Gelin görün ki, büyük işlerle meşgul olanlar, Fırıncı Ağabey gibi yurdun ve dünyanın dört bir yanındaki mühim hizmetlere imzasını atmış bir kimsenin böyle ufak tefek işlerle zamanını harcamasına mânâ veremeyip bu yönünü hep küçümsediler. Kendi dünyalarının küçük işlerinde boğulmuş olanlar da onun büyük hedeflerini ve büyük başarılarını ya anlayamıyor, ya da anlamak istemiyordu.

***

Dünyamız bu sabah daha yoksul bir dünya olarak güne başladı. Dünkü dünyamız, içinde Fırıncı Ağabeyi barındıran bir dünya idi; bugünkü dünyamızda artık Fırıncı Ağabey yok. Ve bu, hepimizi çok yakından ilgilendiren bir yoksullaşma. Ne yazık ki, böyle büyük şahsiyetlerin müddet-i hayatlarında insanlar onların yokluğunu tasavvur edemiyor. Bu yüzden, onlar gibi olmak ve onlara benzer insanlar yetiştirmek ihtiyacı çok fazla hissedilmiyor. Ama hayatın en büyük gerçeği bir gün o büyük insanları aramızdan alıp götürdüğünde, bir başka büyük gerçeğin ister istemez farkına varıveriyoruz:

Büyük ve küçük âlemlerin her ikisinde birden böyle hedeflerin peşinde koşacak ideal sahiplerine meğer pek çok ihtiyacımız varmış!

[İlk yayın tarihi: 3 Ekim 2020]


[1] Nesâî, Cum’a: 31; Dârimî, Mukaddime: 13.


Sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek

  1. çocukların “fırıncı dede”sini tanımaktan, sohbetinde bulunmaktan bahtiyarım. sizler için doğru olmayabilir bu söyleyeceğim ama keşke bizi bırakıp gitmeseydi. nur içinde yatsın.


  2. Allah rahmet eylesin, babam cuma çıkışı elini öpmek istemişti de öptürmemişti mübarek, çok üzüldüm vefatına 🙁


  3. Lise öğrencileri, yıl 1968. Fırıncı ağabey diyorlar. Çok önemsiyorlardı. Büyükçe bir oda. Etrafında birkaç genç. Güleç bir insan. Bu manzara yıllarımın peşinden nasıl da büyüdü. Dünyamı doldurdu, gün gün gelişen, âlemimi kaplayan diğer görüntülerle. Hakikati arayışta bulduğum, tevazu değerleriyle bir yücelişti.


  4. Benim aklımda şöyle kaldı: Asla öfkelenmeyen, “Halim” ismine mazhar, “Rahim” ismine mazhar, kendi dedeme çok benzeyen bir mübarek mümin.


  5. Her şeyin bir “zirvesi/en yüksek seviyesi” vardır. Merhum Mehmet Fırıncı ağabey, İslam-Ahlakı’nın tevazu yapılanmasında tanıdığım, emsalsiz bir zirve idi…