Yedi gök ve yer ile bunlarda olan kim varsa Onu tesbih eder.
Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmesin. Lâkin siz onların tesbihini anlamıyorsunuz.
O ise hilim sahibidir ve çok bağışlayıcıdır.
İsrâ Sûresi, 17:44
ÜMİT ŞİMŞEK
ÂYET “Siz onların tesbihini anlamıyorsunuz” buyururken, aynı zamanda bir teşvikte de bulunuyor, “Anlamaya çalışın” diyor. Çünkü bütün kâinatın sürekli olarak Allah’ı övüp tesbih etmekte olduğu şeklindeki bir haber, insan için pek büyük bir haberdir. Bunu işiten insanın öyle bir manzarayı bizzat gözlemek ve Rabbini öven varlıkların tesbihini dinlemek iştiyakını hissetmesi, onun tabiatından beklenebilecek bir davranıştır. Yabancı dil öğrenimi ise insana hiç de yabancı bir iş değildir; insan ciddî bir çaba harcadığı zaman, evvelce kendisine hiçbir anlam ifade etmeyen lisanlara âşinâlık kazanabiliyor. Üstelik bunu, çoğu zaman dünyanın gelip geçici menfaatleri için yapıyor ve bu uğurda ortaya nice emekler ve paralar döküyor. Yaratılışında merak duygusu ve öğrenme yeteneği bulunan böyle bir varlığa “Etrafındaki dağlar, taşlar, bulutlar, kuşlar, yıldızlar, güneşler senin anlamadığın dillerle Rabbini tesbih edip duruyor” demek, “Çabala, dinle, bu lisanları anlamaya çalış” demektir.
Şu kadar var ki, kâinatın dilinden söz edildiği zaman, bunu iki farklı şekilde anlamak mümkündür:
Birincisi, kal dili, yani, bizim konuştuğumuz diller gibi, ancak İlâhî hikmet gereği bizim işitemediğimiz veya anlamını çözemediğimiz bir lisan.
İkincisi, hal dili, yani, varlıkların yaratılış ve yaşayışlarıyla, gördükleri işlerle dile getirdikleri anlamlar.
Acaba Kur’ân varlıkların tesbih edişinden söz ederken hangi dili kastediyor?
Bu soruya “Her ikisini de” cevabı verilebilir. Zira daha başka âyetler, dağların ve kuşların Davud Aleyhisselâm ile birlikte tesbih ettiğini bize haber vermektedir.[1] Peygamberimizin mucizeleri arasında, da taşların tesbihinin işitilmesi gibi, sahih rivayetlerle bize intikal eden haberler vardır. Bunlar, bizim konuşmamıza benzer şekildeki tesbihatın canlı veya cansız varlıklara yabancı birşey olmadığını göstermektedir. Ne var ki, bu tarz tesbihatın işitilmesi ve anlaşılması, mucize veya keramet gibi olağanüstü İlâhî ikramlara ihtiyaç gösterir. Bu noktada insanın kendi çabasıyla erişebileceği bir sonuç yok gibidir.
Hal diliyle tesbihata gelince, işte bu, kâinatın kendisi kadar aşikâr bir hakikattir. Hattâ, bütün varlıkların Yer ve Gökler Rabbini övmekte oluşu, onların kendi varlığından daha açık ve kesin bir gerçektir diyebiliriz. Çünkü her varlık, kendisini, ancak kendi varlığı kadar gösterir. Kendisini yapanı anlatmaya sıra geldiğinde ise, o artık bütün kâinatla omuz omuza vermiş, hep bir ağızdan konuşmaktadır. Çünkü onun yaratılışı da, yaşayışı da, tüm kâinatla birçok yönden karmaşık ilişkiler içinde cereyan eden bir hadisedir.
İşte, insan, kâinatın hal diliyle hamd ve tesbihlerini işitmek ve zevk etmek istediği zaman, bunu kolayca başarabilme imkânına sahiptir. Ancak daha önce temas ettiğimiz bir noktayı burada tekrar hatırlatalım:
Bu iş, büyük ölçüde “laboratuar çalışmasına” ihtiyaç gösteren bir iştir. İman hakikatlerinin laboratuarı ise kâinattır. Eğer insan dağların, ovaların, nehirlerin, denizlerin, gece ve gündüz semâsının Yer ve Gökler Rabbini nasıl tesbih ettiğini görmek ve duymak istiyorsa, onlarla baş başa kalacağı yerlere gitmek zorundadır. Hattâ sadece fiziksel olarak orada bulunmak da yetmez; dünyanın tasalarını geride bırakmak, her türlü gürültü ve parazitten sıyrılmak ve zihin ve gönüllerin tam kapasitesiyle kâinattan gelen manevî seslere yönelmek gereklidir.
İşte öyle zamanlarda, insanın kâinat ile baş başa geçirdiği bir saat, bir ömre değer hale gelir. Ve o zaman, göz ve kulak gibi nimetlerin insana niçin verildiği anlaşılır. Bu hakikat, en tatlı bir üslûpla, Bediüzzaman’ın İşârâtü’l-İ’câz adlı tefsirinde dile getirilmektedir:
“Kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen mânevî nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hattâ o nur-u iman sayesinde rüzgârların terennümatını, bulutların nâralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hâkezâ yağmur, kuş ve saire gibi her neviden Rabbânî kelâmları ve ulvî tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlâhî bir musikî dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalplere hüzünleri ve Rabbânî aşkları intiba ettirmekle kalpleri, ruhları, nuranî âlemlere götürür, pek garip misalî levhaları göstermekle o ruhları ve kalpleri lezzetlere, zevklere gark eder.”
[Devamı var]
[1] Enbiyâ Sûresi, 21:79; Sebe’ Sûresi, 34:10.
Önceki bölüm:
Sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:
Uğurlar ola Fırıncı Abi… Allah sana rahmet etsin. Sen gittin bizim yükümüz ağırlaştı.
çocukların “fırıncı dede”sini tanımaktan, sohbetinde bulunmaktan bahtiyarım. sizler için doğru olmayabilir bu söyleyeceğim ama keşke bizi bırakıp gitmeseydi. nur içinde yatsın.
Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun
Allah rahmet eylesin, babam cuma çıkışı elini öpmek istemişti de öptürmemişti mübarek, çok üzüldüm vefatına
Lise öğrencileri, yıl 1968. Fırıncı ağabey diyorlar. Çok önemsiyorlardı. Büyükçe bir oda. Etrafında birkaç genç. Güleç bir insan. Bu manzara yıllarımın peşinden nasıl da büyüdü. Dünyamı doldurdu, gün gün gelişen, âlemimi kaplayan diğer görüntülerle. Hakikati arayışta bulduğum, tevazu değerleriyle bir yücelişti.
Benim aklımda şöyle kaldı: Asla öfkelenmeyen, “Halim” ismine mazhar, “Rahim” ismine mazhar, kendi dedeme çok benzeyen bir mübarek mümin.
Her şeyin bir “zirvesi/en yüksek seviyesi” vardır. Merhum Mehmet Fırıncı ağabey, İslam-Ahlakı’nın tevazu yapılanmasında tanıdığım, emsalsiz bir zirve idi…
Allah rahmet etsin mekanın cennet olsun, sohbetinde büyük feyizler alınırdı