SON EKLENENLER
latest

19 Kasım 2021 Cuma

Kalem yazmak zorundadır: 3



Büyük mütefekkir ve şair Sezai Karakoç’un insanlığa armağan ettiği eserlerinden biri de, Risale-i Nur’ların yasak kitap muamelesi gördüğü 1960’lı yıllarda, bir Ramazan gününde kitap okurken “suçüstü” yakalanarak tutuklanan Nur talebeleriyle ilgili olarak peş peşe yayınladığı “Kalem Yazmak Zorundadır” başlıklı üç yazısı idi.


Kalem sahiplerini bir vicdan muhasebesine çağırıyordu Karakoç bu yazılarında. “Bir gün gelir de bizim çağımıza bakanlar, eski çağlara bizim baktığımız gibi bakarlar da, aynı şeyleri, inanç yüzünden hapishanelerde çile dolduranları görürlerse, hakkımızda nasıl hüküm vereceklerdir dersiniz?” diye soruyordu. Sonra da, “Kalem çağın sorumlu şahididir” diyor ve her kalem sahibine tarihî sorumluluğunu hatırlatıyordu:


“Yazıcı melekler nasıl her gördüklerinin birini saklamadan yazmak zorundalarsa, onları örnek almak durumunda olan kalem de, çağındaki haksızlıkları, yanlışlıkları, aşırılıkları, yıkımları, korkmadan ve çekinmeden kaydetmek zorunda ve sorumluluğundadır. Evet yazar, çağının üzerinde düşünmek ve düşündürmek zorunda ve sorumluluğundadır. Öyleyse, biz istesek de, istemesek de, eğer kalem kalemse, yazacaktır. Yazmazsa, işte asıl o zaman suçludur.”

Yazı serisinin üçüncü bölümü:


SEZAİ KARAKOÇ

Bir kaç bin metre derinlerde kömür çıkaran, denizin dibinde sünger arayan, bendini yıkmış suya karşı çıkan bir insan gibidir yazar. Gerekirse, hayatı da, kaleminin ucuna kadar gelip orada bekleyen bir kelimeye bağlı kalır. Burada bu kelimeyi söylemek veya söylememek arasında düşünerek bir seçme yapacaktır. Terazinin bir tarafında, yani kelimeyi söyleme kefesinde ölüm ve hakikat, susma kefesinde de hayat ve yalan olsa, o kelimeyi yazacaktır.

Biz de bu kalem ahlâkının ve geleneğinin üzerimize yüklediği, inandığımızı söyleme borcumuzu yerine getiriyoruz ve diyoruz ki:

Hiç olmazsa, müslümanların fikir ve inanç alanında solcular kadar bir serbestlikleri olsun. Halbuki, solculuk dışardan geliyor. Dev bir komünist devlet de yanıbaşımıza bir aysberg gibi dikilmiş, bize çarpacağı anı bekliyor. Müslümanlarınki ise yerli düşünce, yerli inanç. Bu milletin ve bu halkın malı. Anadolunun eseri ve verimi. Dışarda koruyucusu ne gezer, düşmanı var. Şimdi bu iki akım, bir tutulabilir mi? Elbet tutulamaz.

Evet, gerçekten bir tutulmuyor gibi bir hava var ortalıkta. Ama, sol akım, alabildiğine serbest ve sağ akım, tepeden tırnağa frenli. Gözle görülen, elle tutulan realite budur. Solcuların partileri bile vardır. İslâm muhtevalı sağ, karşısında inanç alanında bile, nerdeyse lâiklik ilkesini bulacak.

“Kapital” okudu veya okuyorlar diye kimsenin tevkif edildiğini duymadım, ama mevlüt ve Risale-i Nur okunan bir topluluktan tevkifler olduğunu duydum. Şu anda, Van’da bir mevlüt toplantısından dolayı içerde bulunanlar var.

İşte bu bir realitedir. Kalem bu reçeteyi yazıp yazmamak arasında yapacağı seçimle kendini tartmış olacaktır. Gerçeği söylemekle söylememek arasında her kalem tartılmış olacaktır.

Kastımız tenkitten çok, gerçeği olduğu gibi ortaya koymaktır. Gerçek budur. Bundan sonrasının hesabı, üzerinde düşünülmesi, çözümlenmesi hepimize aittir. Devlet, kanun adamı, uygulayıcılar, kanun yapıcılar, yazarlar, bilgi alanındakiler soğukkanlılıkla artık sosyolojik bir problem haline gelmiş bu dâvanın üzerine eğilmelidirler. Peşin hükümlerden, vehimlerden, fısıltı telkinlerinden sıyrılmış olarak.

Bir an için çok değişik gibi geldiğinden çok tehlikeli sanılan düşüncelerin içine girildiğinde çok yumuşak ve güven verici oldukları görülmüştür. Tersi de doğru.

Toplumumuz bugün çok hassas bir duygu değşimi geçiriyor. Bunu bir çok sosyal işaretlerden anlıyoruz. İntiharların bir hayli arttığı artık göze batacak bir hale gelmiştir. Bir toplumun geleceği için bu çok önemli bir işarettir. Hele bizim gibi, intiharın en az olduğu bir ülkede.

Ansızın girdiğimiz demokrasi deneyi, ihtilâl, sol düşüncenin baskın ve salgın halinde toplumu sarması, Kıbrıs problemi, bu hassas psikolojik ortamın doğmasına sebep olmuştur diyebiliriz. İşte bu kritik anda, toplumda bugün için en azından bir denge ödevini gören ve batıştan, yıkıntıdan koruyan sağ düşünce ve inanç akımlarını kayıtlarsak, işte o zaman, kadim kitaplarda haber verilen felâket saati gelip çattı demektir.

[Son]


Bundan önceki bölüm:


Sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


18 Kasım 2021 Perşembe

Kalem yazmak zorundadır: 2



Büyük mütefekkir ve şair Sezai Karakoç’un insanlığa armağan ettiği eserlerinden biri de, Risale-i Nur’ların yasak kitap muamelesi gördüğü 1960’lı yıllarda, bir Ramazan gününde kitap okurken “suçüstü” yakalanarak tutuklanan Nur talebeleriyle ilgili olarak peş peşe yayınladığı “Kalem Yazmak Zorundadır” başlıklı üç yazısı idi.


Kalem sahiplerini bir vicdan muhasebesine çağırıyordu Karakoç bu yazılarında. “Bir gün gelir de bizim çağımıza bakanlar, eski çağlara bizim baktığımız gibi bakarlar da, aynı şeyleri, inanç yüzünden hapishanelerde çile dolduranları görürlerse, hakkımızda nasıl hüküm vereceklerdir dersiniz?” diye soruyordu. Sonra da, “Kalem çağın sorumlu şahididir” diyor ve her kalem sahibine tarihî sorumluluğunu hatırlatıyordu:


“Yazıcı melekler nasıl her gördüklerinin birini saklamadan yazmak zorundalarsa, onları örnek almak durumunda olan kalem de, çağındaki haksızlıkları, yanlışlıkları, aşırılıkları, yıkımları, korkmadan ve çekinmeden kaydetmek zorunda ve sorumluluğundadır. Evet yazar, çağının üzerinde düşünmek ve düşündürmek zorunda ve sorumluluğundadır. Öyleyse, biz istesek de, istemesek de, eğer kalem kalemse, yazacaktır. Yazmazsa, işte asıl o zaman suçludur.”

Yazı serisinin ikinci bölümü:


SEZAİ KARAKOÇ

Solcular, bir sınırı aştılar. Artık yayınlıyamadıkları tehlikeli kitapları, söyleyemedikleri sözleri, girişemedikleri hareketleri kalmadı nerdeyse. Müslümanlara gelince, çok yavaş ve sessiz bir şekilde gün geçtikçe daha sıkışmakta, daha bunalmaktadır. İhtilâl döneminde ve örfî idareler zamanında yazdıklarımızı hiç değiştirmeden yayınlasak acaba suç sayılmaz mı, tereddütteyiz desek doğru.

Tarih açısından çok kısa sayılacak bir dönem içinde, yalnız Risale-i Nur için bine yakın dâva açılması, artık konuya arızî bir vaka gözüyle bakılamıyacağını, tarihî ve sosyolojik açıdan incelenmesi gerektiğini gösteriyor. Ama bu noktada profesörün kalemi, gazetecinin kalemi belli bir peşin hükmün buyruğu altında. Sar’alı kalemler gibi.

Evet, şu oruç günlerinde, sırf inandıklarından dolayı hapishanelerde çile dolduranları unutmayalım. Zincirli pencerelerin gerisinde, gün ışığına bile hasret (sabır)la iftar ediyorlar. Sahurları (tevekkül)dür. Hapishaneyi bile, kürsüsünde Yusuf Peygamberin ders verdiği bir okul sayıyorlar. Ruhlarının çileye katlanarak yükselmesi için bir nimet, bir bağış, bir lütuf sayıyorlar ve hamd ediyorlar. Ve şükr ediyorlar ve teşekkür ediyorlar. İnanç kahramanları gibi. Her çağın inanç kahramanları gibi.

Bir gün gelir de bizim çağımıza bakanlar, eski çağlara bizim baktığımız gibi bakarlar da, aynı şeyleri, inanç yüzünden hapishanelerde çile dolduranları görürlerse, hakkımızda nasıl hüküm vereceklerdir dersiniz? Tarihin ve gelecek zaman değerlendirmelerinin, geriye doğru bakışında adaletleri olabilir, ama merhametleri olamaz.

Öyleyse, çağımızı, devrimizi, gelecek zamanın amansız suçlamasından kurtarmak için çalışmak her aydının birinci ödevidir. Batıdan gelip yoğun bir zihin baskısı halinde hükümlerimize tesir eden ve her yerli hareketi bize yabancı kılan kültür köleleşmesinden, kafa esareti ve ruh tutsaklığından mümkün olduğu ölçüde kendimizi sıyırmalıyız.

Yazarın da ödevi çağın haysiyetini kurtarmaktan başka bir şey değil.

Kalemi ele almak kolay, fakat onun dağdan ağırlığını taşımak zor. Kalem, çağın sorumlu şahididir. Yazıcı melekler nasıl her gördüklerinin birini saklamadan yazmak zorundalarsa, onları örnek almak durumunda olan kalem de, çağındaki haksızlıkları, yanlışlıkları, aşırılıkları, yıkımları, korkmadan ve çekinmeden kaydetmek zorunda ve sorumluluğundadır. Evet yazar, çağının üzerinde düşünmek ve düşündürmek zorunda ve sorumluluğundadır. Öyleyse, biz istesek de, istemesek de, eğer kalem kalemse, yazacaktır. Yazmazsa, işte asıl o zaman suçludur.

Sartre’ın da dokunduğu gibi çağımızda susmak bile politik bir durum almaktır. Susan yazar da, sustuğu konuda bir hüküm ve cevap vermiş demektir. Demek ki, susmakla da yazar çağının hükmünden kaçamamaktadır. Çağından kaçamamaktadır. Öyleyse en iyi konuşmak, her şeyi açıkça konuşmak.

Baldıran zehiri içen filozoftan, işkence çeken hakîmden, kırbaç altında can veren imamdan bugüne kadar hakikatleri gizlememişlerin ulu zincirine katılmak için söylemek lâzım.

Evet, çağımızı kurtarınız, gelecek zamanlarda bize giydirilecek tarihin ağır hükmünden ülkemizi kurtarınız sağduyu sahipleri, gerçek aydınlar, düşünen insanlar! Bu karanlıkta çınlayan sesimizi işitiniz. Şu kutlu oruç günlerinde, is bağlamış, yosun bağlamış duvarların yüzüyle iftar eden inanmış insanları evlerine ve ocaklarına kavuşturunuz.

İnanç mahkûm eden ülke diye tarihe geçmek talihsizliğine uğramaktan, inanç kalesi yurdumuzu koruyunuz.

[Devamı var]


Bundan önceki bölüm:


Sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


17 Kasım 2021 Çarşamba

Kalem yazmak zorundadır: 1



Büyük mütefekkir ve şair Sezai Karakoç’un insanlığa armağan ettiği eserlerinden biri de, Risale-i Nur’ların yasak kitap muamelesi gördüğü 1960’lı yıllarda, bir Ramazan gününde kitap okurken “suçüstü” yakalanarak tutuklanan Nur talebeleriyle ilgili olarak peş peşe yayınladığı “Kalem Yazmak Zorundadır” başlıklı üç yazısı idi.


Kalem sahiplerini bir vicdan muhasebesine çağırıyordu Karakoç bu yazılarında. “Bir gün gelir de bizim çağımıza bakanlar, eski çağlara bizim baktığımız gibi bakarlar da, aynı şeyleri, inanç yüzünden hapishanelerde çile dolduranları görürlerse, hakkımızda nasıl hüküm vereceklerdir dersiniz?” diye soruyordu. Sonra da, “Kalem çağın sorumlu şahididir” diyor ve her kalem sahibine tarihî sorumluluğunu hatırlatıyordu:


“Yazıcı melekler nasıl her gördüklerinin birini saklamadan yazmak zorundalarsa, onları örnek almak durumunda olan kalem de, çağındaki haksızlıkları, yanlışlıkları, aşırılıkları, yıkımları, korkmadan ve çekinmeden kaydetmek zorunda ve sorumluluğundadır. Evet yazar, çağının üzerinde düşünmek ve düşündürmek zorunda ve sorumluluğundadır. Öyleyse, biz istesek de, istemesek de, eğer kalem kalemse, yazacaktır. Yazmazsa, işte asıl o zaman suçludur.”


SEZAİ KARAKOÇ

Tarihte, ilk hristiyanlara, daha doğru adlarıyla isevîlere yapılan zulümleri okuruz da şaşarız. Sırf inançları yüzünden bu adamlara çektirilenlere akıl ermez. İlk müslümanlar için de durum aynı. Lâik, dinle ilgisiz tarihçiler bile inanca karşı gösterilen bu aşırı tepkiyi yermişlerdir. İnanmış olsun olmasın her kişide, devletin, yeni din ve inanca karşı bu absürd tutumu, o çağların olanca aleyhine bir not olarak klâsik bir bilgi gibi net ve kesindir. Her okumuş kişi, elle tutulur ve gözle görülür bir tarzda ve biçimde, o günlerin yeni inancı hukuk dışı tanımasındaki sağduyu ve adalet düşüncesine aykırı davranışın akıl almaz sertliğini hemen fark eder. Fark eder, fark ederler, fark ederiz de, şöyle bir yanımıza yöremize, çağımıza aynı açıdan dönüp bir bakmayız. Etrafımızda aynı cinsten neler olup bitmekte, görmeyiz. Daha kötüsü, geçmiş zamanlar için böylesine açık ve seçik bir adalet duygusunu taşırız, vicdanımız bir merhamet sızısının sesiyle çınlar da, günümüzdeki aynı tür vak’alarla karşılaşınca, peşin hükümlerin etkisiyle gözümüzü kaparız. Bu, tarihi yeteri kadar okumamış olmamızdan mıdır, yoksa, onu, şahsiyetimizin bir parçası olacak kadar hazm etmemiş olmamızdan mı? Tarih bilgisinin sindirilmeden sadece zihinde askıda kalmasının tarihî ve sosyolojik sebepleri olsa gerektir. Tarih hayatın bir parçasıdır. Böyle benimsenmedikçe onun günümüzün inşasında yeteri kadar rolü olamaz.

Romalıların ve onların medeniyet tarzlarının bambaşka bir tarzda yerli bir benzeri olan İslâm öncesi Arap şehir dünyasının, Hz. İsa’nın getirdiğiyle İslâmın getirdiği inanç ve hayat tarzına şiddetli bir tepkide bulunmalarını bugün az çok açıklıyabiliyoruz. Bu tepki, ortadan kalkan bir medeniyetin, gelip yerini alan yeni bir medeniyete karşı son bir varoluş direnişiydi. İnsanın özü değişiyordu. Bir insan alçı gibi donup sertleşmiş kendi şahsiyetinden çıkarılarak yeni bir insan biçiminde yeniden yoğruluyordu. Ruhlardaki bu öz değişiminin önce şiddetli bir tepkiye ve acıya, sonra, başarı ile bir kere kesinleşince, büyük bir sevince dönüşeceği kuşkusuzdu. Eski dünya, tabiatın semboller gerisinde tanrılaştırıldığı, akıl ve şuur öncesi bir duygu dünyasıydı. Gelen yeni dünya ise, akıl ve şuurun da geniş çapta katıldığı bir ruh dünyası. Ruhla madde, akılla duygu, şuurla şuuraltı, benliğin özüyle çeperi arasında amansız bir savaş vardı. Hristiyanlık atılımında, yeni dünya, yâni ruh, zaferi kazandıysa da, kendi özünden de eski dünyaya büyük tavizler vermek zorunda kaldı. Böylece, onun özünde, eski dünya bir ortak gibi yaşadı. Sonra, İslâm atılımı, ruhu bu antik çağ safrasından temizledi ve ruhun zaferini tamamladı, kesinleştirdi. Demek ki, bu yeni doğumda, tepki, eski dünyanın ölmeden önceki son dayatışından başka bir şey değildi.

Şimdi, tam tarafsız bir yabancı gibi baktığımızda ne görürüz ülkemizde: bir kitap var, bunu okumak bir suç oluyor. Hele bir kaç kişi bir araya gelip okumuşsa açıl açıl zindanların kapısı! Bu nasıl kitaptır ki, okuyanları ve okumak için toplananları hakkında bine yakın dâva açılmıştır. Bu gidişle daha da açılacaktır. Dâvaların çoğu da tevkifli olarak devam etmiştir. Yüzlerce beraat kararı almış bir kitap yeniden ele alınmakta, yeniden yeniden içtihatlara konu olmaktadır.

Şu anda bile, şu, bizim mümkün mertebe sulh ve sükûn içinde geçirdiğimiz kutlu oruç ayında bile bir çok müslüman, kitap okumaktan ötürü içerdedirler. Ve daha ne kadar kalacakları belli olmamak üzere.

[Devamı var]


Sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


16 Kasım 2021 Salı

Gökler ve yer insanın hizmetinde



Görmedin mi: Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah sizin hizmetinize verdi, açık ve gizli nimetlerini üzerinize yağdırdı.

Lokman Sûresi, 31:20


ÜMİT ŞİMŞEK

TABİATPEREST propagandalar altında bunalan zamanımız insanına hergün tekrar tekrar hatırlatılması gereken bir büyük hakikati, bu âyet ibret nazarlarımıza sunuyor:

“Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah sizin hizmetinize verdi.”

Bu ve benzeri âyetler, bir yandan Allah’ın üzerimizdeki nimetlerinin büyüklüğünü hatırlatırken, bir yandan da, mü’minin Allah katındaki değerini göstermektedir. Fakat bu hakikati net bir şekilde görebilmek için, önce zamanımızın dar bakış açısından ve önyargılarından kendimizi kurtarmamız gerekiyor.

Zamanımızın egemen cereyanları, kâinatı tesadüf eseri, insanı da başıboş bir varlık olarak bize gösterir. Gerçi çoğu zaman bunlar açıklıkla telâffuz edilmez; ancak gerek Batı kaynaklı eğitim sistemleri, gerekse iletişim araçlarının sistemli telkinleri ile zihinlerimize ve ruhlarımıza nakşedilen manzara aynen bundan ibarettir.

Bu manzara içinde, bütün kâinat, anlam ve amacından soyutlanmıştır. Göklerde ve yerde olanların insan ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu âlemde bir toz zerresi bile etmeyen küçücük bir gezegenin üzerindeki insana kimse dönüp bakmaz, önem vermez, merhamet etmez. Yeryüzünün her köşesini dolduran ve herbiri ayrı harikulâdelikler sergileyen sayısız canlı türleri bile, bu tabiatperest görüşe göre, tesadüflerin birbiri ardınca eklenmesiyle ortaya çıkmış gelişigüzel varlıklardır!

Fakat Kur’ân, bu kâinatı ve içindeki varlıkları bize çok farklı bir şekilde anlatır.

Güneşi gösterir, “O bir lâmbadır,” der. “O lâmbayı Âlemlerin Rabbi sizin emrinize verdi.”

Yeri gösterir, “O bir beşiktir,” der. “O beşiği Âlemlerin Rabbi sizin için hazırladı.

Bulutları gösterir, “Bunlar rahmet müjdecisidir,” der. “Onu size Âlemlerin Rabbi gönderiyor.”

Bitkileri gösterir, hayvanları gösterir. Denizleri, dağları gösterir. Gökten ineni, yerden çıkanı, görüneni, görünmeyeni gözler önüne serer.

Hepsinin Allah’tan geldiğini söyler, hepsinin insana hizmetkâr olduğundan bahseder.

Bunlar, Kur’ân’ın anlatışında kâinatın iki temel özelliğidir:

(1) Bu kâinatta ne varsa, hepsi Allah’ın sonsuz ilmiyle ve kudretiyle var ettiği hikmet eserleridir. Hiçbiri boş değildir, hiçbiri anlamsız değildir.

(2) Onlar, aynı zamanda, insan ile doğrudan ilgilidir. Bu kâinatta ne varsa, hepsinin insan ile bir ilişkisi vardır.

İşte, bu âyet-i kerimede de, pek çok âyetin vurguladığı bu özellik gayet açık bir lisanla dile getirilmekte, “Göklerde ne var, yerde ne varsa, hepsini Allah sizin hizmetinize verdi” buyurulmaktadır.

Bu ifadeler, bizi birkaç yönden ciddî bir sorumlulukla karşı karşıya getiriyor.

Birincisi: Zamanımızın yaygın anlayışıyla Kur’ân’ın bu ifadeleri arasında tam bir zıtlık vardır. Onun için, herşeyden önce, bakış açımızı doğrultmak ve Kur’ân’a göre ayarlamak zorundayız. Bu, kolay gibi görünse de, dikkat ve zahmet isteyen bir iştir. Çünkü dünya ehlinin telkinleri her taraftan bizi kuşatmış durumdadır ve sürekli olarak tekrarlanmaktadır. Buna karşılık, Kur’ân’ın bizi tefekküre davet eden âyetlerini de sürekli olarak okumak ve üzerinde düşünmek gerekir. Bir mü’mine yakışan şey, baktığı her yerde Rabbinin eserlerini ve kendisine olan lütuflarını görebilmektir.

İkincisi: Göklerde ve yerde olan herşeyin insana sunulması, Bediüzzaman’ın bir mektubunda işaret ettiği gibi, “ibaha” suretindedir, “temlik” biçiminde değildir. Yani insana verilen şey bu varlıkların mülkiyeti değil, kullanım iznidir. Onun için, bütün bunların, izni veren tarafından çizilmiş sınırlar içinde kullanılması gerekir.

Üçüncüsü: Allah’ın insana lütfettiği nimetlerden yararlanmak için, Allah’ın koyduğu yasalara uygun hareket etmek gerekir. Gökte olsun, yerde olsun, herşeyden insanın yararlanabileceği birşeyler vardır; ancak bunlar oturduğu yerde insanın ayağına gelecek değildir. İnsan da, günlük ekmeğini kazanmak için çalışmak zorunda olduğu gibi, göklerde ve yerde kendi hizmetine sunulmuş olan nimetlere erişmek için çaba harcamak zorundadır. Sonuçta bu da Allah’ın yasalarına uygun davranmak demektir ve Allah’ın emrine uymak anlamına gelir; bir anlamıyla, insanın Allah karşısındaki kulluk görevinin bir parçasıdır.

Dördüncüsü: Bu âyetlerin dile getirdiği hakikat, insana hem kendisinin Rabbi katındaki değerini, hem de pek büyük bir şükürle yükümlü olduğunu hatırlatmalıdır. İnsan denen bu aziz varlık, gerçekten de, Âlemlerin Rabbi tarafından muhatap alınmış, Onun pek değerli bir konuğu olarak bu dünyada ağırlanan, önüne kâinatın bütün varlıkları hizmet için serilmiş bir varlıktır. Onun, bu mevkiine lâyık bir de şükür görevi vardır. Ondan beklenen hamd ve şükür, kendisine verilen önemle orantılı şekilde büyük, kapsamlı, içten gelen ve insanın bütün maddî ve manevî yeteneklerini işin içine katan bir hamd ve şükür olmalıdır.

İşte, insana, Kur’ân böyle büyük bir mevkii lâyık görüyor ve böylesine yüce bir hedef gösteriyor.

Kur’ân’ın kendisine verdiği bu değere karşılık, bir mü’min de Kur’ân’a herşeyden fazla değer vermelidir.

Bu ise, tüm varlığıyla Kur’ân’a teslim olmak, onun terbiyesi altına girmek, dünyasını onun değerleriyle şekillendirmek demektir ki, o da sürekli bir çaba ister.

“Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah sizin hizmetinize verdi” şeklindeki bir hitabı ciddîye almak ancak böyle olur.


Sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


15 Kasım 2021 Pazartesi

Açık ve gizli nimetler



Görmedin mi: Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah sizin hizmetinize verdi, açık ve gizli nimetlerini üzerinize yağdırdı.

Lokman Sûresi, 31:20


ÜMİT ŞİMŞEK

ALLAH’IN bize bağışladığı nimetlerin açığı da vardır, gizlisi de. Görüneni de vardır, görünmeyeni de. Bilineni de vardır, bilinmeyeni de. Cismanî ve maddî olan nimetleri de vardır, manevî hayatımızla ilgili olan nimetleri de.

“Nimet” deyince, çoğunlukla, bizim aklımıza bunlardan görünenler gelir. Aslında onlardan da pek azı üzerinde durup düşünür, bunların birer nimet olarak pek büyük bir şükre lâyık olduklarını hatırımıza getiririz.

Gizli nimetlere gelince:

İşte bunların haddi, hesabı yoktur. Gerçi açık nimetler de saymakla tükenmez. Fakat gizli nimetler açık nimetlere oranla o kadar çoktur ki, bunların her ikisini birden sayacak olsaydık, bir açık nimete karşılık yüzlerce, belki binlerce gizli nimet sayabilirdik.

Meselâ, bir âyet-i kerime, “İnsan yediklerine bir baksın”[1] buyurarak, bizi bazı açık nimetler üzerinde düşünmeye çağırıyor.

Bu nimetler, bir lokmasını bile insanın var edemeyeceği, topraktan biten çeşitli tatlarda, renklerde, kokularda nimetlerdir. İnsanın yapacağı tek şey, onu dalından koparıp ağzına atmak, lezzetini damağında hissederek çiğneyip yutmaktır, o kadar.

Onu izleyen gizli nimetlerde ise, insanın bu kadarlık bir müdahalesi bile yoktur. Hattâ, o nimetlerin kendi bedeninde geçirdiği aşamalardan haberi de olmaz.

O lokmalar nasıl boğazdan geçer? Nasıl parçalanır, nasıl sindirilir? Nasıl erzak paketlerine ayrılır? Sonra bu paketler, dünya nüfusunun on bin misli kadar kalabalık bir hücre nüfusuna kapı kapı nasıl ulaştırılır?

Bunları bilmez insan. Bilmesine gerek de kalmaz; çünkü bütün bunların tedbiri kendisine ait değildir. Onlar, birer gizli nimet olarak, Yer ve Gökler Rabbinin emriyle, bir insan bedeninin derinliklerinde sessiz sadasız yürütülür. İnsan, günlük hayatına devam ederken, kendi bedeninin içinde olup bitenlerin, çalışan fabrikaların, oradan oraya koşuşturanların, beslenenlerin, doğanların, ölenlerin farkına bile varmaz.

Aynı beden içinde, bir yandan da inanılmaz savaşlar cereyan etmektedir. Bakteriler, virüsler, parazitler, radyasyon, kirlilik, stres, zehirler, tümörleşmeler gibi insanı her taraftan kuşatan tehlikelere karşı kan damarlarında, kemik iliklerinde, tek tek herbir hücrenin içinde nice savunma mekanizmaları gece gündüz faaliyettedir. Bir insan, herhangi bir anda, kaç tane hastalık veya ölüm tehlikesi atlattığını bilemez. Onun bütün anları, bütün saniyeleri böyle sayılamayacak kadar çok gizli nimetlerle doludur.

Biz aynaya baktığımız zaman, Allah’ın bize bağışladığı pek büyük bir nimetin sadece dış yüzünü görürüz. O, kâinatın bütün estetik kurallarını kendisinde özetleyen bir simadır, bir insan yüzüdür. Daha doğrusu, insan yüzünün, görünen kısmıdır.

Gerçi o görünen kısım üzerindeki nimetler de saymakla bitmez. Fakat o muhteşem eserin bir de altyapısı vardır. Sadece bir yüz ifadesi, meselâ bir gülümseme açısından ele alacak olursanız, o ifadeyi dile getiren yüzün derisi altındaki harikulâde kas yapısının ve bağlantılarının, sinir sisteminin, dolaşım sisteminin akıllara durgunluk veren düzenlenişiyle karşılaşırsınız. Bu yapıyı biraz incelemeye başladığınız zaman ise, bir insan yüzünde bir tebessüm inşa etmenin bir dünya yaratmaktan hiç de kolay olmadığını anlamanız uzun sürmez.

İnsanın kendi üzerindeki İlâhî nimetlerde olduğu gibi, dış âlemden yağan nimetlerde de, görünmeyen kısım, görünen kısımdan çok büyüktür.

Alınan bir nefes hava, yere düşen bir damla yağmur, dalında olgunlaşan bir meyve, gözümüze yansıyan bir güneş ışığı gibi, akla gelebilecek ne varsa, hepsinin de bir buzdağının görünmeyen kısmı gibi, görünen kısmından daha büyük bir arka planı vardır. Bunların hepsi de ardına pek çok gizli nimetleri takmış olarak gelir, bize ulaşır.

Bir de manevî yapımızın nimetleri, bâtın duygularımızla eriştiğimiz nimetler gibi görünmeyen nimetler vardır ki, bunlar akıl, kalp, ruh gibi âlemlerimizin alanına giren ve yine saymakla bitirilemeyecek nimetlerdir. Akıl nimetinden ve bu nimet vasıtasıyla eriştiğimiz diğer nimetlerden tutun, iman ve İslâm nimetlerine, yahut örtülen bir kötülüğe, işlenen bir iyiliğe varıncaya kadar, gözle görünmeyen nice nimetler de üzerimize her an yağmakta olan nimetler arasındadır ki, bunların ana başlıklarını bile saymaya kalksak, yine pek uzun bir liste tutardı.

Âyet-i kerime, gizli ve açık nimetlerden başka, bir de göklerde ve yerde olan herşeyin insana hizmetkâr kılınmış olmasından söz ediyor ki, bunu da bir sonraki bölümde ele alacağız.


[1] Abese Sûresi, 80:24.


Sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


14 Kasım 2021 Pazar

Sessizliği dinlemek


Bu gezegen üzerinde huzurlu bir hayat sürmek istiyorsak, ilk olarak uymamız gereken kural şundan başkası değildir: “Sus ve dinle!”

ÜMİT ŞİMŞEK

Kâinatın en önemli olayları sessizlik içinde cereyan eden olaylardır. Güneş hergün sessizce doğar ve batar. Gece semasını binlerce yıldız sessizce renklendirir. Çiçekler ses çıkarmadan açar. Birkaç gün içinde bir ağaç binlerce çiçeğe bürünür, bir ovada binlerce ağaç çiçek açar da kimse birşey işitmez. Yeryüzü her bahar yeniden dirilir; baharlar hiç ara vermeden yeryüzünü bir baştan bir başa dolaşır; fakat bütün bu olup bitenlerden kimsenin kulağına bir çıtırtı bile ulaşmaz.

Kendi bedenimizde de durum farklı değildir. İçimizde dünya nüfusundan on bin kat daha kalabalık bir hücre kalabalığı sürekli faaliyetlerle kaynayıp durduğu halde onların da sesini işitmeyiz. Bunlar arasında sadece savunma sistemimizin faaliyetlerinden haberdar olabilseydik, uykularımızı bile bir savaş alanının tam ortasında uyumak zorunda kalırdık!

Daha da önemlisi, içimizde ve dışımızda, yerde ve göklerde olan ne varsa, bütün zerrelerine kadar hepsinin her an bir zikir ve tesbih içinde oluşlarıdır. Lâkin kâinatın tümünü birden bir cezbe içine atmaya yetecek böyle bir coşku bile kulak zarlarımızda bir iz bırakmaz.

Elbette bu kâinatta işitilen sesler de vardır; ama bunlar, bir yan ürün olarak çıkan veya bir varlık ispatını amaçlayan sesler değildir; gürültü hiç değildir. Bir gurup vakti kurbağaların, bir yaz akşamı ağustosböceklerinin, bir deniz kenarında martıların korosu insana doyumsuz hazlar yaşatıyorsa, bunun bir önemli nedeni de, o seslere eşlik eden sükûnettir. Ama bu sükûnet de bizim şehir hayatında pek seyrek yakalayabildiğimiz cinsten bir sessizliğe benzemez. “Kapalı bir parkın sessizliği, kulağımıza kırların sessizliği gibi gelmez,” diyor İrlandalı yazar Elizabeth Bowen. “Çünkü bu belirli bir alana hapsedilmiş, gergin bir sessizliktir.” Doğal hayatın sessizliği ise, kuşatılmış değil, tersine, kuşatan ve insanın bütün âlemini kaplayan bir sessizliktir. O sadece gürültünün yokluğundan ibaret de değildir. O var olan birşeydir; göklerin ve yerin güzellikleriyle birlikte yaratılan, onlara eşlik eden, onların anlamını tamamlayan bir sessizliktir. Bu sessizliği dinleyebilirsiniz.

Yirmi Dördüncü Mektupta, Bediüzzaman “kâinatın ve envâının sessizce konuşmasından” söz eder, Yer ve Gökler Rabbinin âyetlerini sessizce söyleyen bir âlem tasvir eder. Yirmi Dördüncü Sözde ise, sessiz konuşmaların üzerine tatlı sözlü nutukhanların zikir ve tesbihlerini de ilâve eder, bize kâinatı öylece dinlettirir. Binlerce sayfalık Risale-i Nur Külliyatı o doyumsuz sessizliğin bir tercümesinden başka nedir ki?

Bizim sanatımız kâinatla âhenk içinde geliştiği için, musikimizde de bu sessizliğin eseri vardı. Nasıl mimarîmiz bir yere bir eser kondurduğu zaman o tabiat köşesinin biçimini ve anlamını tamamlayacak bir şekilde o eseri vücuda getiriyor idiyse, musikimiz de aynı ruh derinliği, aynı uyum ve aynı ihtişam içinde kâinata bir tercümanlık yapardı. Bu inceliği anlamayanlar, musikimize “tek sesli” diyerek burun kıvırdılar. Sonunda, varlığını şamata çıkararak ispatlama şeklindeki asrın modası bir yandan gökdelenlerle şehirlerimize damgasını vururken, diğer yandan da kulak zarlarımızı delen gürültüleriyle musikimizi alt üst etti. Hem öyle etti ki, dün “Mevlânâ düdük çalmamıştır” diyerek musikinin en ulvî kısmını dinin ve hayatın dışına atanlar, onun gürültüye dönüşmüş biçimini benimsediler; bununla da kalmayarak, ruh inceliğinden ve anlam derinliğinden tümüyle yoksun patırtılarda ibadet kokusu aramaya başladılar!

Başka bir ölçüte gerek duymaksızın, sadece bizi her taraftan kuşatan gürültülere bakmak bile, özden ve mânâdan ne kadar uzak düştüğümüzü göstermeye kâfidir. Zira ses volümü ile öz arasında ters orantı vardır; birincisinin şiddeti, ikincisinin boşluğundan gelir. Bağıra çağıra varlıklarını ispat etmeye çalışanların bu halleri de açıkça gösteriyor ki, sessizliğe her zamankinden fazla ihtiyacımız var.

Eğer içinde bulunduğumuz âleme yabancı düşmemek ve onun güzel ve hakikatli bir tercümanı olarak bu gezegen üzerinde huzurlu bir hayat sürmek istiyorsak, ilk olarak uymamız gereken kural şundan başkası değildir:

“Sus ve dinle!”

Bizim konuşma hakkımız, ancak o sessizliği dinlemesini öğrendikten sonra başlar.