SON EKLENENLER
latest

27 Kasım 2021 Cumartesi

Şizofrenlerin Hükmedici Makinesi nasıl gerçek oldu?


ÜMİT ŞİMŞEK

Viktor Tausk adında bir psikiyatrist, 1919 yılında “Şizofrenide Hükmedici Makinenin Kaynağına Dair” başlıklı bir tebliğ yayınlamıştı. Tebliğ, şizofreni vak’alarında görülen son derece dikkat çekici bir ortak noktayı inceliyordu:

Hükmedici Makine.

Tausk’un incelediği hastalar, sanki bir merkezden yapılan yayını izliyor gibiydiler. Bunların hepsi de bir Hükmedici Makineden söz ediyor, yine hemen hemen hepsi de bu makinenin özelliklerini birbirine yakın şekilde tasvir ediyordu:

Siyah renkli bir kutu şeklindeydi Hükmedici Makine; çarkları ve dişlileri vardı. Bu kutudan delirtici ışınlar ve iki boyutlu resimler çıkıyordu. Zalim bir güç tarafından yönetilen makine, bu ışınlar ve resimlerle, hedefindeki insanların zihinlerinden düşünceleri siliyor, onun yerine daha başka düşünce ve duygular yerleştiriyordu. Sonunda, insanlar, bu düşünce ve duyguları gerçek dünyadan ayırt edemez hale geliyordu.

Tausk’un, bu konudaki çalışmalarını ilerletme fırsatı olmadı. Çünkü aynı sene, hem kafasına kurşun sıkmak ve hem de kendisini asmak suretiyle iki yöntemi bir arada kullanarak gerçekleştirdiği olağanüstü bir intiharla hayatına son verdi. İntihar sebebi kesin olarak bilinmediği için, bunda Hükmedici Makinenin bir parmağı olup olmadığı hakkında tahmin yürütemiyoruz.

***

Viktor Tausk bu tebliği yayınlarken, dünyanın çeşitli yerlerinde de insanlar Hükmedici Makineyi icad etmek için hummâlı bir şekilde çalışıyorlardı.

Çalışmalar, biri mekanik, diğeri elektronik olmak üzere iki koldan yürüyordu. Sonunda, Tausk’un tebliğindeki gibi dişli ve çarklarla çalışan mekanik model değil de, elektronik model üstünlüğü elde etti. 1927 yılının 7 Eylül günü, Hükmedici Makine ilk yayınını gerçekleştirdi.

Makineden çıkan ilk resim, Amerikan dolarının simgesi idi.

***

Bundan sonrası çok hızlı gelişti. Hükmedici Makine, 1940’lı yılların ortalarında binlerce Amerikan evine girmiş, ’50’li yılların başlarında bu rakam milyonları bulmuştu. Az bir zaman sonra, onun girmediği ev, evden sayılmamaya başladı. Sonra her eve bir tane de yetmez oldu. Derken, Hükmedici Makineden çıkan iki boyutlu resimler siyah beyazdan renkliye döndü ve kurbanları için çok daha cazip bir hal aldı.

Hükmedici Makine, önceleri büyük ölçüde Amerikan halkına ait bir ayrıcalık iken, teknolojinin ucuzlayıp yaygınlaşmasına paralel olarak, hattâ ondan da hızlı bir şekilde, diğer ülkelere yayıldı ve dünyaya Amerikan Rüyasını pazarlayan en önemli araç haline geldi.

***

Hükmedici Makinenin artık farkında bile değiliz: tıpkı beynimizin farkında olmadığımız gibi. O, artık bizim bir parçamız. Daha doğrusu, bizi “biz” yapan şey.

O, evimizin en mutenâ köşesinden bize hükmediyor. Evlerimize yerleşirken onu kıble ediniyor ve oturmalarımızın bütün rükünlerinde yüzümüz ona yönelecek şekilde eşyalarımızı düzenliyoruz. Bir öğrencinin iki öğretim yılı boyunca okul sıralarında geçirdiği zamanı, biz bir sene içinde Hükmedici Makinenin karşısında tüketiyoruz.

Bizim ona harcadığımız zaman ve paranın karşılığını, o da bütün hayatımızı yönlendirmek şeklinde bize ödüyor. Onun sayesinde biz ne yiyip içeceğimizi, ne giyeceğimizi, ne konuşacağımızı, ne hissedeceğimizi, neyi hayal edeceğimizi düşünmek zorunda kalmıyoruz. Kime kızacağımızı, kimi beğeneceğimizi, kimi taklit edeceğimizi o bize bildiriyor. Bir akşam onu ihmal edecek olsak, ertesi günkü ahbap sohbetlerimizde neyi konuşacağımızı bilemiyoruz.

O hergün bize bir hedef gösteriyor. Bir gün bir modanın, ertesi gün başka bir eşyanın peşinde koşuyoruz. Birini yakalamadan önümüze başka bir hedef koyuyor. Böylece, amaçsızlık gibi bir problemi hiçbir zaman yaşamıyoruz; her zaman peşinde koşacağımız bir idealimiz oluyor. Bunlar peşinde koşulmaya değer mi, değmez mi; orası tartışılsa bile, inkâr edilemeyecek bir başka gerçek var ortada:

Hiç değilse zaman geçirme gibi bir problemimiz yok artık. Hükmedici Makine sayesinde, ömrümüzün nasıl geçtiğini anlamıyoruz bile.

***

Gerçi bütün bunların yanı sıra bazı problemler de yaşamıyor değiliz:

Kitap okuma, aile ve akraba sohbetleri, ilim meclisleri gibi şeyleri çoktan unuttuk. Bu arada, dikkatimizi canlı tutmak için her dakika aldığımız üst üste şoklar yüzünden sinir sistemimiz hergün yeni bir harpten çıkmışçasına yıpranıyor. Eklemlerimiz daha genç yaşlarda kireçlenmeye başlıyor. Dünyanın en karmaşık problemlerinin bir saat içinde çözüme kavuşturulduğu bir dünyadan bizim dünyamıza döndükten sonra, hayatın “küçük” problemleriyle uzun uzadıya meşgul olmak bize hiç kolay gelmiyor.

Ama bütün bunlardan şikâyetçi olan var mı diye soracak olursanız:

Nerde o eski şizofrenler!

***

Konuyla ilgili daha geniş bilgi Sade Hayat‘ta

Bir zenginlik ve özgürlük formülü: Sade Hayat


Sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


Bir zenginlik ve özgürlük formülü: Sade Hayat


Sade Hayat kitabı uzun bir aradan sonra yeniden okuyucuyla buluştu.

Önceki baskıları Selis ve Zafer Yayınları arasında çıkan kitap, bu defa Akıl Fikir Yayınları arasında yerini aldı.

Ümit Şimşek tarafından kaleme alınan Sade Hayat, zamanımız insanına bir din kutsallığı içinde sunulan “tüketim” anlayışını sorguluyor.

Batı uygarlığının insanlara ömürlerini bilinçsizce tükettirmek için geliştirdiği tuzakları ele alan kitap, bu tuzakların aslında insanı yoksullaştırdığını ortaya koyuyor ve gerçek zenginliğin, huzur ve doyumun sade hayat düşüncesinde olduğunu gösteriyor.

Sade hayatı “bir özgürlük ve zenginlik formülü” olarak sunan kitabın bölümleri şöyle:

  • Sam Amcanın rüyası
  • Oyuncak toplama yarışı
  • Bir tüketici böyle yetiştirilir
  • Gel de şizofren olma
  • Gürültüyle gelenler, gürültüye gidenler
  • Hız gelir, haz gider
  • Sadelik özgürlüktür
  • Sade hayat nedir, ne değildir?
  • Hayatı tüketmeden yaşayabilmek
  • Paranın fiyatı
  • Zengin eden sihirli söz
  • Veren elin üstünlüğü
  • Sus, dinle, yavaşla, yaşa
  • Sade hayat, aile, insanlık ve dünya
  • Sade hayat eylemleri
  • Değişen gelişir, gelişen değişir

***

Sade Hayat’ı, başta eserin yayıncısı Akıl Fikir Yayınları olmak üzere, aşağıdaki adreslerden temin edebilirsiniz:

http://www.akilfikiryayinlari.com/kitaplar/kitapdetay/sade-hayat

https://www.kitapyurdu.com/kitap/sade-hayat/388018.html

https://www.kitapoba.com/sade-hayat

24 Kasım 2021 Çarşamba

Hayırlı hayretler


ÜMİT ŞİMŞEK

Kâinat ile bağlarımızı askıya aldıktan sonra bizi ilk olarak terk eden insanî özelliklerimizden birisi, hayret duygumuz oldu. Belki bizi tamamen terk etti diyemeyiz, ama kendisine hiç yakışmayan yerlere yöneldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Neden “kendisine hiç yakışmayan” yerler?

Eğer bir şey var ise, onun varlığının hikmeti de vardır. İnsan gibi en üstün bir varlığa böyle bir özelliğin verilmesi ise büyük bir hikmet eseri olmalıdır. Yani, insan hayret etmelidir; ve, tabii, hayret edilmesi gereken şeye karşı hayranlık duymalıdır.

“Kimlerin ve nelerin hayranıyız?” sorusunu hiç kurcalamayalım; sosyali ve asosyaliyle medyamız bu konuda hepimizi mahcup düşürecek misallerin yüzlercesini hergün sergiliyor. Sadece, bir ömür boyunca biriktirdiğimiz hayranlıklarımızın ne işe yaradığını bir an için düşünmek, bizi bu konuda ciddî bir muhasebeye sevk etmek için yetecektir.

Yahut Yüce Allah’ın Peygamberimize hitabına bir bakın:

Sen hayrete düştün, onlar ise eğleniyorlar. (Sâffât, 37:12.)

***

Her birimiz, Yer ve Gökler Rabbinin eserleriyle dolu bir sanat galerisi halinde düzenlenmiş kâinatın seçkin bir davetlisiyiz. Bu eserleri anlayacak, inceliklerini çözecek ve onlar karşısında bizi hayrete düşürecek duyu ve yeteneklerle donatılmış olarak getirildiğimiz bu galeride özel ikramlarla ağırlanıyoruz.

Göklere bakıyoruz: her biri binlerce ışık yılı genişliğinde rengârenk tablolar çizen bulutsular, her biri yüz milyarlarca yıldızı barındıran galaksiler, her biri milyonlarca Dünyayı içine alacak yıldızların milyonlarcasıyla süslenmiş bir gece semâsı, bir patlama ile yüz milyarlarca yıldızın enerjisini bir defada tek başına ortaya çıkaran süpernovalar…

Yere bakıyoruz: bir tırtılın kendi kendisini hapsettiği koza içinden harikulâde desenlerle süslenmiş bir kelebek olarak çıkışı, üzerine çiy düşmüş bir örümcek ağındaki narinlik içinde beliren o sapasağlam sanat, bir sineğin en gelişmiş savaş uçaklarını ilkel ve çirkin bir taklit haline düşüren manevralarla gözümüzün önünde yaptığı gösteriler, ağzımızdan çıkan her sözü milyar kere milyar kere milyar defa kopyalayarak sayısız kulaklara ulaştıran hava zerreleri, her bahar ölmüş yeryüzünün milyonlarca hayatla yeniden dirilişi…

Kendimize bakıyoruz: dünya nüfusunun binlerce misli kalabalıkta bir hücre nüfusunu barındıran vücudumuz, o kalabalık içinde her bir hücrenin kapısına kadar giden erzak paketleri ve kapıdan alınan çöpler, her bir hücrenin her gün tekrar tekrar tâbi tutulduğu sağlık kontrolleri, kâinatın bütün güzelliklerini çözümleyecek şekilde düzenlenmiş maddî ve manevî duyu organları ve yetenekler…

Hayretten hayrete düşmeyelim mi?

***

Hayretimiz, kulluğumuzdur. Eğer her taraftan bizi hayran bırakacak şeylerle kuşatıldığımız halde bu duyguyu sürekli olarak yaşayamıyorsak, hayatımızı istilâ eden parazitler sebebiyledir. Bu parazitleri ayıklamaya başladığımızda, yani, bir anlamda hayatımızı sadeleştirmeyi başardığımızda, hayret duygumuzdan da yuvaya dönüş sinyalleri almaya başlarız. Bunun en emin yolu, hayatımız içinde “medeniyetten” uzak, kâinata yakın yaşama alanları meydana getirmektir. Necip Fazıl’ın sözleriyle, “kat kat çıkmış evlerin / o cam gözlü devlerin / gizlediği âlemi” aramak ve bulmaktır.

Bir gündoğumunu bir korulukta, cıvıl cıvıl mahlûkatla beraber karşılamak niçin bize beynelmilel bir aşüftenin konseri kadar cazip gelmez?

Çünkü bizim birşeye verdiğimiz değer, o şey uğrunda çektiğimiz zahmet ve yediğimiz kazıkla doğru orantılıdır. Bu kafayı değiştirdiğimiz zaman, hayatta en değerli şeylerin en ucuz ve en bol olan şeyler olduğunu “hayretle” görebiliriz. Öyle olmasaydı, bir nefes hava ile bir yudum suyun fiyatını hangimiz ödeyebilirdi?

***

Tatil günleri, hayret duygumuzu hayata kavuşturmak için önemli bir fırsattır.  Kısa bir süre için de olsa  günlük meşgaleler geride kalmış, bu arada yeryüzü her mevsimin ve coğrafyanın kendisine has güzelliklerine bürünmüşken, insan, bulunduğu her yerde, hayretinin üzerindeki külleri silkeleyecek vesileleri bollukla bulabilir. En iyisi, bu vesilelerin peşine ailece düşmektir.

Eğer küçük çocuklarınız varsa, ailece yapılacak tefekkür gezilerinden iki yönlü fayda görebilirsiniz:

Bir taraftan, çocukların henüz bütünüyle küllenmemiş hayret duygusu size yön gösterir.

Bir taraftan da, siz çocuklarınızla bu duyguyu paylaşmak suretiyle, onların hayret duygusunu iyice sağlamlaştırmış ve kökleştirmiş olursunuz.

Fakat gezileriniz ve gözlemleriniz hafızalarda küllenmeye terk edilmesin. Fotoğraf albümleriyle, gezi defterleriyle, sohbet ve müzakerelerle bu hatıraları bakîleştirmeye bakın. Kâinatla iç içe büyüyen ve bu tecrübe ve duygularını büyükleriyle paylaşan çocuklar ileriki yaşlarda da hayret hislerini kolay kolay kaybetmeyecek ve bu duygu onlara sağlam bir iman için daima yol göstermeye devam edecektir.

Çocuklarına anılmaya değer hatıralar ve sağlam bir iman miras bırakmak isteyenler, kâinatla ve hayret duygusuyla bağlarını ihmal etmesinler.


Sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


22 Kasım 2021 Pazartesi

Herkesin her duasına cevap


Kullarım senden Beni sorarlarsa, Ben çok yakınım. Bana dua ettiğinde, dua edenin duasına cevap veririm. Onlar da Bana cevap versinler ve Bana iman etsinler ki doğru yolu bulmuş olsunlar.

Bakara Sûresi, 2:186

ÜMİT ŞİMŞEK

KUL ile Rabbi arasındaki yakınlığı en sıcak bir şekilde ortaya koyan âyetlerden birisi de budur.

Bir defa, âyette geçen “kullarım” nitelemesiyle, Yüce Allah, bize büyük bir lütufta bulunmaktadır. Zira bu sözde bir mensubiyet ifadesi vardır. Bu söz ile herbirimiz, doğrudan doğruya Âlemlerin Rabbi ile irtibatlandırılmış oluyoruz. Arada ise başkaca hiçbir şey, hiçbir vasıta yoktur.

İkinci olarak, Yüce Allah, kullarına her zaman açık bir kapı bağışlamaktadır ki, kâinatta, bu nimetle kıyaslanabilecek kadar büyük bir başka nimet düşünmek mümkün değildir. Üstelik bu büyük lütuf, âyetin ifadesinde birkaç kat vurgu ile pekiştirilmiştir.

Birincisi: “Ben çok yakınım.” Kulun Rabbine ihtiyaç arz etmesi, çok uzaklardaki bir makama dilekçe göndermeye benzemez. Bu, hemen yanı başındaki birisine hitap etmek kadar basit bir iştir. Hattâ ondan da kolay, belki en gizli bir arzuyu kalbinden geçirmek kadar kolay birşeydir. Nitekim bir başka âyette de Allah’ın kuluna şahdamarından daha yakın olduğu bildirilmiştir.[1]

İkincisi: “Dua edenin” duasına cevap verileceği bildirilmiştir. Cevap almanın tek şartı dua etmektir; Yer ve Gökler Rabbinin huzuruna kabul edilmek için gerekli yegâne nitelik, “dua eden” olmaktan ibarettir. Bunun ötesindeki sıfatlar, özellikle dünya hayatına ait rütbeler, ünvanlar, mevkiler Allah huzurunda bir değer taşımaz. Buna karşılık, insanlar arasında önem verilmeyen, hattâ adamdan sayılmayan, itilip kakılan, horlanan, yahut adı sanı bilinmeyen bir kimse de, “dua eden” birisi olmakla, İlâhî huzura kabul edilmeye hak kazanabilir.

Üçüncüsü: Bana dua ettiğinde” buyurulmuştur. Huzura davet edilmek için kulun bütün yapacağı bundan ibarettir. Başka bir aracıya başvurmak, randevu talep etmek gibi hiçbir külfete, resmiyete, muameleye, tevessüle gerek kalmadan, dua edecek olan herkes, doğrudan doğruya Rabbine hitap edebilir. Tıpkı telefon numarasını tuşlar tuşlamaz muhatabını hattın diğer ucunda bulan birisi kadar rahat ve zahmetsiz bir şekilde Rabbine hitap edip Ona dert ve ihtiyaçlarını arz edebilir.

Dördüncüsü: “Dua ettiğinde.” Dua için yer veya zaman gibi bir sınırlama yoktur. Kul, Rabbine herhangi bir anda, herhangi bir yerde dua edebilir. Duası bekletilmez, sıraya konmaz, ihmal edilmez. O dua ettiği anda Rabbi onu dinliyordur; onu dinlediği gibi de cevabını verir.

Beşincisi: Duasına cevap verir.” Dua eden ile ilgili bir sınırlama olmadığı gibi, duanın kendisiyle ilgili bir sınırlama da söz konusu değildir. Küçük-büyük, gizli-açık, az-çok, önemli-önemsiz, dünyaya veya âhirete ait her işinde, her arzusunda, kul, doğrudan doğruya Rabbine müracaat edebilir. En küçük ve en önemsiz görünen birşeyi Ondan istediği gibi, ebedî âlemlere ait en büyük lütufları da yine doğrudan doğruya Ondan isteyebilir. Ne olursa olsun, kuldan Rabbine ciddiyetle arz edilecek herhangi bir duaya cevap verileceğini âyet açıkça bildiriyor.

Altıncısı: “Cevap veririm.” Kimden gelirse gelsin, ne zaman ve ne hakkında edilirse edilsin, duaya bizzat Yüce Allah’ın cevap vereceği müjdeleniyor. Bu pek büyük bir lütuf ve paha biçilmez bir müjdedir: Herkesin, her duasına, Yer ve Gökler Rabbinin bizzat kendisinden cevap var! Cevabın ne olacağı ayrı bir konudur. Yüce Allah, rahmetinin ve hikmetinin gereği olarak, duayı kendi dilediği gibi bir şekilde cevaplandırır; ya isteneni aynen verir, ya erteler, yahut yerine başka birşey verir. Ama her duaya bizzat Allah tarafından cevap verileceği, açık bir dille ifade ediliyor.

Böyle kat kat lütuflar içine sarılmış bir İlâhî ikram karşısında kula düşen şey, Rabbinin çağrısına tam bir iman ile cevap vermektir. Yoksa, Rabbi onun duasına cevap vereceğini müjdeleyip dururken, o Rabbinin çağrısına cevap vermekte kusur ederse, bu apaçık bir nankörlükten başka birşey mi olur?

Kaldı ki, kulun vereceği cevabın yararı da yine kulun kendisinedir. Rabbi onun cevabıyla birşey kazanmış olmaz; çünkü O her türlü ihtiyaçtan ve eksiklikten münezzehtir. Fakat kul, böyle bir cevapla, kendisi için doğru yolu bulmuş olur. İşte, âyet, dua ile ilgili müjdenin içinde, kullara, doğru yolun adresini de böylece gösteriyor.


Sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek



[1] Kaf Sûresi, 50:16.

21 Kasım 2021 Pazar

En büyük iki düşmanımız: akılsızlık ve taklitçilik


Mâide sûresinin 103-104. âyetlerini okuduğumuz 328. Kur’an Buluşmasının özeti ve video kaydı.

İnsanları Allah’ın yolundan alıkoyan ve hem dinlerinde, hem de dünyalarında felâketten felâkete sürükleyen iki önemli sebep, 328. Kur’an Buluşmasının ana konularını teşkil ediyordu.

Bu sebeplerden biri “aklını kullanmamak,” diğeri de “taklitçilik” idi.

Buluşmada Mâide sûresinin şu mealdeki 103-104’üncü âyetlerini okuduk:

Bahîre, sâibe, vasîle ve hâm’ı  Allah size yasalaştırmadı; kâfirler yalan uydurarak Allah’a iftira ediyorlar. Zaten onların çoğunluğu akıl edemeyen kimselerdir.

Onlara “Allah’ın indirdiğine ve Peygambere gelin” dendiğinde, “Atalarımızdan gördüğümüz şey bize yeter” derler. Ya onların ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yolu bulamayan kimseler ise?

Kur’ân-ı Kerimin bütününü bu âyetlerin ışığında gözden geçirdiğimiz zaman açıkça gördük ki, Allah’ın kitabı bizi daima aklımızı kullanmaya çağırıyor, delilsiz bir şekilde körü körüne taklitçiliği de ebedî felâketlerin en büyük sebebi olarak gösteriyordu.

Bu iki gerçek, bizi özetle şu tesbitleri yapmaya sevk etti:

  • Akıl, insanı insan yapan en önemli özelliğidir ve Kur’ân-ı Kerim de başından sonuna kadar akıl üzerinde yaptığı vurgularla, insanı, aklını kullanmaya çağırmış, aklını kullanmayanların âkıbetlerini ibret levhaları halinde gözlerimizin önüne sermiştir.
  • İnsanı aziz eden akıl iken, zelil eden de aklını kullanmamaktır ki, taklitçilik, bu felâketi insanın başına açan en önemli sebep olarak görünmektedir. Allah Teâlânın bize gönderdiği kitap, aklı öven ve aklı kullanmaya bizi teşvik eden âyetler gibi, taklidi yeren ve bizi taklitçilikten uzak durmaya çağıran uyarılarla da doludur.
  • Taklitçilik, zamana ve zemine göre farklı kılıklar altında ortaya çıkabilir. Bugünün en yaygın taklitçiliği de, aslında ondan en ziyade uzakta bulunması gereken bilim alanında ortaya çıkmaktadır. Kâinattaki her varlık ve her olay, üzerinde Yer ve Gökler Rabbinin apaçık mühürlerini gözler önüne serdiği halde, zamanımızın egemen anlayışı, bu mühürleri gözlerden saklayacak şekilde varlıkları ve olayları okumaya insanları sevk etmektedir. Bu konuyu, Bakara sûresinin 170. âyetini okuduğumuz 70. bölümde daha ayrıntılı şekilde ele almıştık.
  • Dinde olmayan bir şeyi dinde varmış gibi görmenin ve göstermenin her ikisinin de Allah’a iftira anlamına geleceğini âyette açıkça okumuş bulunuyoruz. Bu hususu hatırlamak, taklitçiliğin her türlüsünden korunmanın önde gelen şartıdır.
  • Sonu hüsranla bitecek olan taklitçilikten korunmanın yolu, okuduğumuz âyet-i kerimede, “Allah’ın indirdiğine ve Peygambere gelmek” ifadesinde açıkça bildirilmiştir ki, bu da, hayatımızı Kur’ân ve Sünnet ile tanzim etmek ve her şeyi bu iki kaynağa uygunluğu açısından değerlendirmek demektir. Ne var ki, insanları doğru yola çağırdığını iddia eden kimselerden ve cereyanlardan bir kısmının bu adrese çıkmadığı da bir vakıadır. Bu da gösteriyor ki, Allah’ın ve Resulünün davetine icabet de taklit değil tahkik yoluyla sağlıklı sonuca ulaşacak bir iştir. Bu ise, Kur’ân ve Sünnet ile haşir neşir olmayı ve çağırıldığımız yollardan hangisinin bu iki yüce kaynağa çıktığını ayırt edebilecek bir formasyon kazanmayı gerekli kılmaktadır.

Mâide sûresinin 103-104. âyetlerini okuduğumuz 328. Kur’an Buluşmasının tam video kaydını buradan izleyebilirsiniz:

UTESAV organizasyonuyla gerçekleşen ve daha önce MÜSİAD Genel Merkezinde yapılan Kur’an Buluşmaları, salgın sebebiyle bir müddettir https://www.youtube.com/erdemlihayat adresinden Cumartesi günleri 07:30’dan itibaren canlı olarak yayınlanıyor. Kur’an Buluşmaları ile ilgili gelişmeleri kaçırmamak için bu sayfaya abone olabilirsiniz.


Sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek