SON EKLENENLER
latest

2 Aralık 2021 Perşembe

SUNGUR AĞABEY


ÜMİT ŞİMŞEK

Bediüzzaman Hazretleri arkasında iki tür eser bırakarak bu dünyadan ayrıldı:

Bunlardan birisi, telif ettiği eserlerdi. İnsanlık âlemi, onun dünyayı teşrifiyle, Risale-i Nur denen bir ilim ve iman âbidesiyle tanıştı.

Bediüzzaman’ın diğer eserleri, onun inşa ettiği eserlerdi. Onu veya eserlerini tanıdıktan sonra yeni bir hayata başlayan ve her biri birer iman, ahlâk ve şehamet âbidesi halini alan insanlar da bu sınıfa girer.

Ebediyet âlemine milletçe uğurladığımız Sungur Ağabey, Bediüzzaman Hazretlerinin inşa ettiği en büyük ve en muhteşem eserlerden biriydi: tıpkı Âyetü’l-Kübrâ gibi, Haşir Risalesi gibi, aynı elden çıkmış ve kâinata aynı hakikatleri anlatan bir eserdi. Üstadının rahle-i tedrisine o gencecik bir Anadolu çocuğu olarak girdi, bu dünyadan Cumhurbaşkanıyla, Başbakanıyla, Diyanet İşleri Başkanıyla birlikte bir milletin “ağabeyi” olarak ayrıldı.

Mustafa Sungur Risaleleri tanıdığı zaman, Köy Enstitüsünde henüz formatlanmış, delikanlılığın bütün enerjisiyle Devrimlerin yaman bir savunucusu olarak hizmet vermek üzere öğretmenliğe başlamıştı. O sıralarda eline geçen Risalelerin birkaç sayfası, yıllarca süren formatlama işlemini iptal etmeye kâfi geldi. “Okuduğum satırlar bende şimşekler çaktırıyordu,” diyor Sungur Ağabey o günleri hatırlarken. “İlk defa okuduğum bu satırlardan mis gibi kokular geliyordu. Onları hava gibi teneffüs ediyor, su gibi içiyordum. Sanki ezelden ebede kadar uzanmış hudutsuz bir kâinat ve zaman, benim için diriliyordu. İmanın dersleriyle bütün zaman ve mekânlara sahip oluyorum gibi bir saadet buluyordu. Sonraları anladım ki, bu, hakikat-i imanın nuru ve tecellîsidir. Risale-i Nur’lar, hep bu hakikat-i imaniyenin insana kazandırdığı nur ve saadetleri beyan etmektedirler.”

Sungur Ağabey, Risalelerle tanışmasından bir sene kadar sonra, 1947 yılının bir güz ikindisinde, Bediüzzaman’ı “Emirdağ’da oturduğu mütevazi kulübesinde” ziyaret etti. Bu ziyaretin üzerinden bir buçuk sene geçmemişti ki, Afyon hadisesi patlak verdi. Bediüzzaman ile yakın talebeleri tutuklandıklarında, henüz on sekiz yaşında bir muallim olan Mustafa Sungur’un bütün düşüncesi, ne yapıp yapıp Afyon cezaevinde onlara iltihak edebilmekti. Bunun için annesine bile dua ettiriyor, kadıncağız da bir mektep veya üniversite zannederek “medrese-i Yusufiyeye girmesi için” oğluna dua ediyordu. Dualar kabul edildi, Sungur Ağabey cezaevi çatısı altında Üstadına kavuştu. Oysa o sırada genç muallim yeni evliydi ve beşikte iki çocuğu vardı. Yıllar sonra o günleri büyük bir hasretle anarken şöyle diyecekti Sungur Ağabey:

“Afyon hapsi, bizim için hapis değildi. Sanki Cennet bahçelerinden bir köşe! Çünkü Hz. Üstadla aynı çatı altında bulunuyor, hiç olmazsa haftada bir kaçamaklı ziyaret ediyorduk. Çok şahane günler geçirdik.”

1953’te Risale-i Nur ve Bediüzzaman ile ilgili bir yazısından dolayı Samsun’da tekrar hapse giren Sungur Ağabey, 1954’ten itibaren de, vefatına kadar Üstadının dizi dibinde kaldı, ondan ders aldı, onun sohbetinde feyizlere gark oldu, onunla hizmetten hizmete koştu. O artık Üstadında ve Risale-i Nur hizmetinde fani olmuş, iman hakikatlerini yaşamak ve yaşatmaktan başka bir hayat bilmez olmuştu.

***

“Hayatım hayatınla devam edecek” müjdesini verdi Üstadı ona. Haber verdiği gibi oldu. Yarım asırdan fazla bir zaman boyunca, Bediüzzaman, âdeta onun cesedinde yaşadı. Okuduğu Nur, soluduğu Nur, anlattığı Nur, hayali Nur, hayatı Nur idi. Himmeti ve hizmeti vatan sathıyla sınırlı kalmadı. Dünyanın dört bir yanında, özellikle Türk cumhuriyetlerinde ve Rusya’da yüz binlerce insanın önüne, ebedî saadet yurdunun kapılarını, Yer ve Göklerin Rabbi, onun ve etrafında kenetlenen insanların vasıtasıyla açtı.

Defalarca girip çıktığı hapishaneler, Sungur Ağabey için bir musibet değildi. Onun maruz kaldığı asıl büyük musibet, derin devlette yuvalanmış ifsat şebekeleri tarafından üretilen ve maalesef birçok safdil dostu da iğfal eden iğrenç iftiralar şeklinde kendisini buldu. Fakat İlâhî kader, daha onun sağlığında iken bu oyunların içyüzünü herkese göstererek Sungur Ağabeyi bu dünya hayatında da temize çıkardı.

En sabırlı insanı bile hayattan küstürmeye yetecek bir iftira kampanyası karşısında Sungur Ağabey büyüklüğünü ve vakarını bozmamış, hattâ, gerçekler ortaya çıktıktan sonra da, bu imtihandan pek sağlam şekilde çıkamayan dostlarına karşı onları utandıracak bir tavır içine girmemişti. Fakat ömrünün son senesinde maruz kaldığı bir ihanet, Sungur Ağabeyin tahammül edeceği cinsten birşey değildi. Çünkü bu defa hedefte kendi şahsı değil, Üstadının emaneti olan Risale-i Nur vardı. Müellifinin ve vârislerinin herkesçe bilinen muhalefetine rağmen, “sadeleştirme” adı altında başlatılan kapsamlı bir tahrifat faaliyeti, Sungur Ağabeyin bütün hayatı boyunca yaşadığı acıların en büyüğü oldu. Âhirete intikaliyle sonuçlanan hastalığına kadar bu ıztırap içinde yaşadı; ıztırabını da her fırsatta en şiddetli tabirlerle dile getirmekten hiçbir zaman geri durmadı.

***

Sungur Ağabeyin hayatı bizim dünyamızın ölçüleriyle açıklanabilecek bir hayat değildi; ölümü de hayatına münasip şekilde tecellî etti. Gayb âlemlerinde nerelerin cereyan ettiğini bilemiyoruz; fakat bu olup bitenlerin bizim âlemimize yansıması, Diyanet İşleri Başkanımızın gördüğü bir rüya şeklinde tezahür etti. Sayın Başkan, rüya âleminde Sungur Ağabeyin babası tarafından aldığı davete uyarak onu ziyarete geldiğinde, hayli zamandır şuuru kapalı vaziyette yatan Sungur Ağabeyin gözlerini açarak onun selâmını aldığına şahit oldu. Birkaç dakika sonra ise Sungur Ağabey bu âlemi geride bırakarak Rabbine kavuşmuştu.

Bu manzaranın ifade ettiği mânâyı okumak gerekirse, Sungur Ağabeyin, “Hayatım hayatınla devam edecek” diyen Üstadından aldığı emaneti, son nefesinde Diyanet İşlerine tevdi ettiğini söylemek herhalde hatâ olmayacaktır. Nitekim Risale-i Nur’ların Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından neşredilmesi, Bediüzzaman Hazretlerinin hayatında ısrarla takip ettiği gayelerden birisi idi ve onun talimatıyla Sungur Ağabey de o zaman bu konuda bazı temaslarda bulunmuştu. Bugün gelinen noktada ise, görmezden gelinemeyecek apaçık bir gerçek ortada duruyor:

İki asırdır beklenen kelâm ilmindeki tecdid, Risale-i Nur tarafından gerçekleştirilmiş ve Risale-i Nur, zamanımızda ilm-i kelâmı kendi sahası olarak ilân etmiştir. En muğlâk kelâmî meseleleri dahi her sınıf halkın seviyesinde açıklaması, talebelerini sağlam bir itikat sahibi yapması, bu itikadı yaşanan bir hayata dönüştürmesi, geniş kitleler üzerindeki tesirini gittikçe artan bir seviyede bütün dünyada göstermesi, bu hakikatin apaçık delilleridir. En önemli görevi halkın inanç konusundaki ihtiyaçlarını karşılamak olan Diyanet İşleri Başkanlığı böylesine emin ve zengin bir kaynağa karşı herhalde bigâne kalmayacaktır.

Anlaşılan, yarım asırdan fazla bir zaman Sungur Ağabeyde yaşayan bir hakikat, bundan böyle, hayatiyetini daha yaygın bir şekilde devam ettirecek. Başka bir deyişle, emanet sahibini bulmuş olacak.

[2012 Aralık’ında Son Devir’de yayınlandı]

***

1 Aralık 2021 Çarşamba

Dünyayı isteyenlere dikkat!



Zikrimizden yüz çeviren ve dünya hayatından başka birşey istemeyenlere aldırma.

Necm Sûresi, 53:29


ÜMİT ŞİMŞEK

KUR’ÂN-I KERİM, bir yandan Allah’ın hoşnutluğunu kazanan kimselerin özelliklerini sayarak bizim için bir inanan insan modeli çizerken, bir yandan da, kaçınılması gereken kimselerin özelliklerini saymak suretiyle hem onlar gibi olmamamızı, hem de onların kötülüklerinden korunmamızı ister.

Bu âyette de inkâr ehlinin özelliklerinden iki tanesini buluyoruz:

(1) Allah’ın zikrinden yüz çevirmek.

(2) Dünya hayatından başka bir amacı bulunmamak.

Allah’ın zikri, kapsamlı bir sözdür ve bununla hem Allah’ı anmak, hem de Kur’ân kastedilmektedir. Âyetin tarif ettiği kimseler, her ikisine de arkalarını dönmüş kimselerdir.

Onlar Allah’ı zikretmezler, hatırlamazlar, anmazlar. Göklerde ve yerde serilmiş tevhid âyetleri üzerinde durup düşünmezler. Bir kötülük işleyecekleri zaman Allah’ı hatırlayıp Onun azabından korkarak o kötülükten ellerini çekmek gibi bir âdetleri yoktur. Hattâ, kendilerine Allah hatırlatıldığı zaman bile sırtlarını döner, umursamadan bildiklerini okumaya devam ederler.

Onlar Kur’ân’dan da yüz çevirmiş kimselerdir. Rablerinden gelen bir hitaba hürmetle yönelip Onun buyruklarını öğrenmeye çalışacakları yerde, sırtlarını dönmüş, hiç umursamaksızın inkâr ve isyanlarına devam etmektedirler.

Onların bir diğer özelliği de dünya hayatından başka bir ideale sahip olmayışlarıdır. Erişmek istedikleri bütün mutluluklar, gözlerini diktikleri bütün hedefler, elde etmeye çalıştıkları bütün kazançlar dünya hayatına aittir. Onların âhirete ait birşeye talip olduklarına ve bu uğurda dünya hayatından herhangi bir fedakârlıkta bulunduklarına tanık olamazsınız.

Âyetin gelişine bakılırsa, bu sayılanlar, inkâr ehlinin özellikleridir. Ancak âyet bu konuda bir belirtme yapmamış, sadece özellikleri saymıştır. Onun için, anılan bu kötü huyların şu veya bu seviyede mü’min topluluklarında da görülebileceğini dikkate almak gerekir. Âyet, kendilerinden yüz çevrilecek kimselerin eşkâlini vermek suretiyle, bize hem “Siz de onlar gibi olmayın; Allah’ı anmaktan ve Kur’ân’dan uzak düşmeyin; amacınız dünya hayatından ibaret kalmasın” dersini vermekte, hem de kim olursa olsun bu özellikleri taşıyan kimselerden uzak durmamızı istemektedir.

Âyetin “Aldırma” veya “Yüz çevir” şeklinde tercüme edebileceğimiz bize yönelik emri de son derece hikmetli bir buyruktur.

Bu, herşeyden önce, “Sakın onlara uyma” demektir. Böylelerinin ağzından bal da damlasa, dünya itibarıyla varlıkları ve şöhretleri göz de kamaştırsa, onların tuttukları yolda bir hakikat yoktur. Kur’ân’ın “Bana yönelenlerin yolunu izle”[1] emri, mü’minlere rehber olarak kâfidir.

Âyette “Zihnini onlarla meşgul etme” anlamı da vardır. Onlara takılıp kalmak yerine, mü’minler, özellikle hizmet ehli olan kimseler, kendi işlerine bakmalı, değerli zamanlarını ve emeklerini lâyık olduğu yerde kullanmalıdırlar. Nihayet “herkes seciyesine göre davranır.”[2] Onlar seciyelerinin gereğini yerine getirip durmaktadır; mü’minden beklenen ise kendi seciyesine göre davranmak ve dünya hayatından başka kaygı taşımayan kimseler için vakit harcama yerine âhireti için azık hazırlamaktır.

Ve tabii, âyet, böyleleriyle bir arada bulunmama konusunda ciddî bir uyarı içermektedir. Mü’minlerin, Allah’ı anmayan, Kur’ân’dan yüz çeviren ve dünya hayatından başka emeli bulunmayan kimselerden umacağı bir yarar yoktur. Tam tersine, onlarla birlikte bulunmak, mü’minin de ahlâkını bozabilir, onu da dünyaya meylettirip Allah’ın zikrinden ve Kur’ân’dan uzaklaştırabilir. Diller her ne kadar Kur’ân okuyup âhiretten söz etse de, davranışlar, kazanılan alışkanlıklar, örnek alınan hayat tarzları, bizi, zamanla kendimizden ziyade onlara benzetebilir. Böyle bir tehlikenin ise hiç de uzak bir ihtimal olmadığını, zamanımızda yaşanan onca tecrübe açıklıkla ortaya koymuş bulunuyor.

İşte Kur’ân böyle bir tehlikenin önünü baştan kesiyor. Ve, (1) Allah’ın zikrinden ve Kur’ân’dan yüz çevirmek, (2) dünya hayatından başka gaye taşımamak şeklindeki iki özelliği taşıyan kimselere aldırmamak ve onlardan uzak durmak konusunda bize açık ve kesin bir ders veriyor.

Onun için, dünyaya çağıranlara dikkat!

Âhireti ihmal edip dünyasını imar etmeye çalışanlara dikkat!

Bütün çabasını dünyaya hasretmiş olanlara dikkat!


Sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


[1] Lokman Sûresi, 31:15.

[2] İsrâ Sûresi, 17:84.

30 Kasım 2021 Salı

Bir rüzgâr varmış, bir yokmuş


ÜMİT ŞİMŞEK

Rüzgâr diye birşey yoktur aslında.

O havadır.

Hava ise görülmez.

Yalnız kılıktan kılığa girer.

Çoğu zaman, aldığımız nefestir o. Damarların en ücra köşelerine kadar gider, can olur.

Sonra, kelime olur dudaklarda.

Kulaklar, sözleri ondan dinler.

Kuşlar bir yandan, gök gürültüsü bir yandan, ona yükler seslerini, öylece gönderir işitenlere.

Çiçekler ve böcekler onunla haberleşir.

Kokular, tıpkı sözler gibi yayılır hava zerreleriyle.

Birer çağrı olur, ulaşır gideceği yere.

Çağrıyı alan, aynı hava zerrelerine biner ve gelir.

***

Başımızı kaldırdığımızda, gökyüzü olarak görürüz onu. Gündüzü maviye, fecir ve gurupları kızıla boyayan onun rengidir.

Hiçbir zaman bir yerde durmaz o.

Sessiz ve sakin bir odada havanın hiçbir hareketini görmezsiniz. Fakat o, kimseye birşey hissettirmeden, saniyede yüzlerce defa bir duvardan diğerine gidip gelmiştir.

***

Zaman olur, bir meltemle okşar yüzleri.

Serinlik taşır denizlerden.

Yapraklar onun elinde oynaşır ışıl ışıl.

***

Bazan, aldığı emrin coşkusuyla denizleri kaldırır havaya.

Soğukluğuyla iliklere kadar işler.

İnsanlar sığınacak yer arar bir görünmez hava zerresinden kurtulmak için.

Yine de, o haliyle girdiği bedenlere can olur Rabbinin izniyle.

Hem kudretin, hem rahmetin bir habercisi olur.

Rüzgâr da olsa, fırtına da olsa, o yine bir nefestir aynı zamanda.

Onu gönderen, bir görünmez varlıkla canlara can katar, varlığı dahi hissedilmeyen bir zayıf yaratığın eliyle karaları ve denizleri çalkalar.

***

Rüzgâr diye birşey yoktur aslında.

O, Yer ve Gökler Rabbinin kullarından bir görünmez kuldur ki, bazan rüzgâr adını alır.

Estiğinde, Onun emri ve Onun müjdesiyle eser.

Rahmetin gelişini, kullar Ondan haber alırlar.

***

Yağmur gelir ve geçer.

Gökler temizlenir.

Güneş yine ışıldamaya başlar.

Ama o yine oradadır.

Yahut o gitmiş, yerine başkası gelmiştir.

Sadece, rüzgâr değildir artık.

Bu defa gökyüzüdür, nefestir, havadır.

Ve sessizce bir sonraki emrin bekleyişindedir, müjdeler taşımak için.

28 Kasım 2021 Pazar

"Siz kendinize bakın" sözünden ne anlamalıyız?


Mâide sûresinin 105-108. âyetlerini okuduğumuz 329. Kur’an Buluşmasının özeti ve video kaydı.

UTESAV organizasyonuyla gerçekleşmekte olan Kur’an Buluşmalarının 329. bölümünde okuduğumuz âyetlerle iki önemli konu üzerinde yoğunlaştık. Bunlardan birincisi zaman zaman yanlış anlamalara konu olmuş önemli bir ilkeyi ders veriyor, diğeri de ayrıntılı tarifleriyle kul hakkının Allah katında ne kadar saygın bir yere sahip olduğunu bize gösteriyordu.

Buluşmada ilk olarak okuduğumuz Mâide sûresinin 105. âyeti şu mealde idi:

Ey iman edenler, siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olduğunuz müddetçe, sapıtanlar size bir zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır; yapmakta olduklarınızı O size haber verecektir.

Bu âyet-i kerimeyi Kur’ân’ın çok önemli emirleri arasında yer alan “emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünker” ilkesi ışığında mütalâa etmek gerekiyordu. Konuyla ilgili diğer âyetler, hadisler ve Sahabe uygulaması da bu konuyu iyice açıklığa kavuşturuyordu. Örnekleriyle ele aldığımız bu açıklamaların özeti ise, bir Tâbiîn âlimine ait olan şu sözde yer alıyordu:

“Ma’rufu emredip münkeri yasakladığın zaman, sen doğru yolda oldukça kimsenin sapması sana zarar vermez.”

Buluşmanın ikinci önemli konusunu teşkil eden vasiyet şahitliği ile ilgili hükümler ise 106-108. âyetlerde şu şekilde yer alıyordu:

Ey iman edenler! Sizden birine ölüm gelip çattığında, vasiyet ederken, aranızdaki şahitliği, sizden adalet sahibi iki kişi ile yerine getirin. Yahut yolculuğa çıktığınızda ölüm musibeti başınıza gelirse, sizden olmayanlardan iki şahit bulursunuz. Onlardan kuşkulanırsanız, namazdan sonra onları alıkoyun ve “Akrabamız bile söz konusu olsa, yeminimizi hiçbir menfaat karşılığında değiştirmeyeceğiz ve Allah’ın emaneti olan şahitliği gizlemeyeceğiz; bunu yaparsak günahkârlardan oluruz” diye Allah adına yemin ettirin.

Bu şahitlerin yalan günahını işledikleri ortaya çıkarsa, hakları yenen ölü yakınlarından iki kişi onların yerini alsın ve “Bizim şahitliğimiz onların şahitliğinden daha doğrudur. Biz kimsenin hakkına tecavüz etmedik; edersek zalimlerden oluruz” diye Allah’a yemin ettirin.

Bu usul, onların şahitliği hakkıyla yapmaları veya kendi yeminlerinden sonra başkalarının yeminlerine başvurulacağından korkmaları için daha uygundur. Allah’tan korkun ve kulak verin. Çünkü Allah fasıklar güruhuna yol göstermez.

Bu âyetlerde öğretilen hususlarla ilgili olarak yaptığımız tesbitleri şu noktalarda özetledik:

Allah Teâlânın kullarına bahşettiği haklar, titizlikle korunması emredilmiş haklardır. Büyük olsun, küçük olsun, hiçbir hak ihlâli Allah’ın mahkemesinde küçük görülmez. Gerek miras bırakan kişi, gerekse vârisler açısından herkesin hakkı Kitapta açıklanmış ve korunmuştur. Ölen kimsenin nasıl olsa mezardan kalkıp da kimseden hesap soramayacağını düşünüp vârislerin bir kısmını mağdur edecek yollara tevessül edenler, insanlar önünde küçük düşmekten kurtulsalar dahi Allah’ın azâbından kurtulamayacaklarını – eğer Allah’a ve âhiret gününe imanları varsa! – iyi düşünmelidirler.

Daha ilk âyetlerinde defalarca adalet üzerine vurgu yaparak başlayan Mâide sûresi, miras ile ilgili bir ayrıntıya da burada bir sayfaya yakın yer vermek suretiyle, mü’minlerin hayatında en küçük bir hak ihlâlinin dahi hoş görülemeyeceğini bu suretle bir kere daha göstermiştir.

Allah için yapılacak şahitliğin önemi ve değeri de bu vesileyle bir kere daha ortaya çıkmış bulunuyor.

Mâide sûresinin 105-106. âyetlerini okuduğumuz 329. Kur’an Buluşmasına ait tam video kaydını buradan izleyebilirsiniz:

UTESAV organizasyonuyla gerçekleşen ve daha önce MÜSİAD Genel Merkezinde yapılan Kur’an Buluşmaları, salgın sebebiyle bir müddettir https://www.youtube.com/erdemlihayat adresinden Cumartesi günleri 07:30’dan itibaren canlı olarak yayınlanıyor. Kur’an Buluşmaları ile ilgili gelişmeleri kaçırmamak için bu sayfaya abone olabilirsiniz.


Sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek