SON EKLENENLER
latest

11 Aralık 2021 Cumartesi

"Kur'ân'ın Mü'minlere Diriliş Çağrısı"


Kur’ân-ı Kerimin “Ey iman edenler!” hitabıyla başlayan 90 âyeti, açıklamalarıyla birlikte bir kitapta toplandı.

Ülkemizin önde gelen hadis hocalarından Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Kur’ân-ı Kerimin “Ey iman edenler” hitabıyla başlayan âyetlerini, açıklamalarıyla birlikte bir kitapta topladı.

“Kur’ân’ın Mü’minlere Diriliş Çağrısı” adlı eserde 90 âyet-i kerimenin açıklaması, diğer âyetlerin ve konuyla ilgili hadis-i şeriflerin ışığında yapılıyor.

Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı tarafından yayınlanan eserin önsözünde, bu çalışmanın ortaya çıkışını ve özelliklerini şu şekilde anlatıyor:

1975 yılı Ramazan’ında Amasya Din Görevlileri Lokalinde düzenlediğimiz Teravih sonrası sohbet programında Ey İnananlar genel başlığı altında Yâ eyyühellezine âmenû diye başlayan âyet-i celîleleri Kur’an-ı Kerim’deki sıraya göre bölge vâizi Nuh Mehmet Solmaz hoca ile merkez vâizi ben dönüşümlü olarak anlatmayı planlamış ve uygulamaya da başlamıştık.

Aslında düşüncemiz, mü’minlere yönelik bu şeref vesilesi “Ey iman edenler” hitabını içeren âyet-i kerîmelerle ilgili değerlendirmeleri sonuçta “Kur’ân-ı Kerime Göre Mü’minler ve Görevleri” adıyla kitap haline getirmekti. Ancak 1975’in Ramazan ayından sonra her ikimizin de Ankara’ya tayin edilmemiz sebebiyle bu düşüncemiz gerçekleşemedi. Kısa süre sonra benim Haseki Hizmet İçi Kursu’na katılmak için İstanbul’a naklim dolayısıyla söz konusu çalışma olduğu yerde kaldı.

Aradan 46 yıl (nerede ise yarım asır) geçmiş olmasına rağmen son zamanlarda, bu eski düşüncemizi söz konusu âyet-i celîlerin her birini en fazla on-onbeş cümlelik açıklama ile değerlendirmek suretiyle ve Kur’an’ın Mü’minlere Çağrısı adıyla kitaplaştırma fikrine kapıldım. Bu düşünceme ilk proje ortağım N. M. Solmaz hocanın “olur” vermesi de cesâretimi artırdı.

Böylesi bir çalışmaya başka bir teşvik unsuru da, muhterem M. Yaşar Kandemir hocanın Hayatımıza Yön Veren Hadisler adıyla hazırladığı her hadisi en fazla yedi cümle ile açıklayan 1000 hadislik çalışması oldu.

“On-onbeş cümlelik açıklama” çerçevesi, ilk bakışta kolay bir çalışmayı işaret ediyor gibi görünse de aslında uzun uzun yorum yazmaktan çok daha fazla fikri yoğunluk, emek ve zaman isteyen zorlu bir mesâîdir.

Bu çerçevede Yâ eyyühellezîne âmenû diye doğrudan biz Müslümanlara hitap eden 89, Nur suresi 31’deki “ve tûbû ilellahi cemîan eyyühe’l-mü’minûne laalleküm tüflihûn” âyeti ile toplam 90 âyet-i kerîmeyi bir arada görüp kısa zamanda okuma kolaylığı yanında, okuyucuda daha fazla bilgi edinme merakını uyandıracağı ümidi, bu kitabın telifini tetikleyen asıl sebep olmuştur.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin Kur’an okuyuşunu pek beğendiği büyük sahâbi Abdullah İbn Mes’ud radıyallahu anh kendisine gelip “bana bir tavsiyede bulun!” diyen kişiye, şu cevabı vermiştir:

إِذَا سَمِعْتَ اللهَ يَقُولُ: { يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا } فَأَرْعِهَا سَمْعَكَ، فإنّهُ خَيْرٌ يَأْمُرُ بِهِ أَوْ شَرٌّ يَنْهَى عَنْهُ  Allah Teâlâ’nın “Ey iman edenler!” buyurduğunu duyduğunda, kulaklarını dört aç, zira orada Allah, ya bir hayrı emreder ya da bir şerden sakındırır. 

Kur’ân-ı Kerim’deki tüm âyetlerin doğrudan ya da dolaylı olarak müminlere yönelik bir yönünün olduğu müsellemdir. Biz bu çalışmada özellikle Ya eyyühellezine âmenû diye doğrudan müminlere hitabeden âyet-i celîleri Kur’an-ı Kerimdeki sıraya göre biraraya getirip kısa kısa değerlendirmek ve hemen hemen her âyet-i kerîmenin açıklamasında en az bir hadis-i şerif zikretmek suretiyle Kitap-Sünnet uyum ve bütünlüğünü de örneklendirmek istedik. Ayrıca İslâm şâiri Mehmet Âkif merhumun (v. 1936) Safahat’ından, âyetlerin anlamlarına uygun mısralarla yorumlarımızı edebî yönden zenginleştirmeye gayret ettik.

Bizim bu çalışmamızda Kur’an-ı Kerimdeki sıraya göre değerlendirdiğimiz 90 âyet-i celîleyi konu birlikteliğini dikkate alan bir gruplandırmaya tâbi tutmak bir konuda birkaç âyet-i kerîmeyi esas alan konuşma veya sohbet yapmak isteyenler için oldukça kolaylık sağlayacağını dikkate alıp böyle bir listeyi kitabın sonunda ek olarak verdik.

Âyet-i kerîmeleri nüzül sırasına göre sıralamayı da düşünmüş olmamıza rağmen, bu durumu kesin olarak tespit etmenin pek kolay olmadığını görünce ondan vaz geçtik.

90 âyet-i celileyi konularına göre gruplar halinde değil de “Kur’an-ı Kerimdeki sıraya göre” değerlendirmemizin gerekçesi, bizzat Kur’an’ın usulüne uygun davranmış olmaktır. Çünkü Kur’ân-ı Kerimde konular, birbirinden kesin hatlarla ayrılmış bölümler halinde kategorik bir yaklaşımla anlatılmaz. Yani bir konu sadece bir yerde bütün yönleriyle açıklanıp bitirilmez. Kur’ân’ın sayfalarında hayatın akışına, çeşitliliğine, konuların farklı yönlerine yönelik beyanlar, bildirimler ve hükümler içeren âyetlerle karşılaşırız. Bir başka ifade ile, Kur’ân-ı Kerimin hangi sayfasını açacak olursak olalım orada, yaşadığımız günlük hayatın çeşitli alanlarına yönelik âyetler, esaslar, dersler ve ibretlerle karşılaşırız. Bu da hidayet kitabı olan Kur’an-ı Kerimin başka hiçbir kitapta görülmeyen, yer yer tekrarlar içeren, fakat pratik hayatla iç içe bir iletişim canlılığına, bir dinamizme sahip olduğunu gösterir.

Kur’an’ın işte bu dinamik ve yerinde irşat ve yönlendirme özelliğine uyumlu hareket etmiş olmak için âyetleri Kur’andaki sıraya göre anlamaya ve anlatmaya çalıştık.

Öte yandan okuyucuların -eskilerin deyimiyle- Kur’andan “kat’an-nazar” değil, Kur’an ile bağıntılı olarak bizim bu çalışmamızı okumalarını ve âyetlerin hangi bağlamda geçtiğini zaman zaman da olsa Kur’anda bizzat görme arzularını uyandırmak istedik.

7 Aralık 2021 Salı

Hayatın merkezinde Sünnet olmalı


ÜMİT ŞİMŞEK

Dinî konulardaki kafa karışıklığımızın en önemli sebebi olarak Hadis ile ilişkilerimizin zayıflamış olmasını görmek zorundayız. Çünkü biz Hadisten uzaklaştıkça, ihtilâflarımızı çözecek olan hakemden uzaklaşıyoruz; bunun sonucu olarak da ihtilâflardan kurtulma ümidimiz gittikçe zayıflıyor.

Bu tesbitimize Kur’ân ile karşı çıkmak isteyenler hiç zahmet buyurmasınlar: Sadece Kur’ân’a yönelmek suretiyle problemlerimizi çözmek mümkün olsaydı, şu anda dünyanın en problemsiz toplumu olurduk. Oysa en içinden çıkılmaz ihtilâfları Kur’ân bayrağı altında çıkarmıyor muyuz? Kur’ân’ı güya hayatın merkezine alma iddiaları rağbet görmeye başladıktan sonra dinî konulardaki fikir kargaşasında belirgin bir artış yaşandı mı, yaşanmadı mı?

Bu manzaranın müsebbibi Kur’ân olamayacağına göre, bizim Kur’ân’a yaklaşma tarzımızda bir hatâ olup olmadığını iyice düşünüp tartmak zorundayız. Kur’ân’ı hayatın merkezine almakta da yanlış birşey olamaz; fakat Kur’ân’ı hayatımızın merkezine aldığımızı zannederken birşeylerin yanlış gittiği ortadadır.

***

Hiç sözü uzatmadan söyleyelim:

Hatâ, Kur’ân’ı çıplak olarak hayatın merkezine almaya teşebbüs edişimizdedir. Oysa Kur’ân bize bu şekilde değil, onu açıklamakla görevli bir Peygamberle birlikte gönderilmiştir. Bizim genetik kodlarımız nasıl hücre içinde bir hücre çekirdeğiyle çevrelenmişse, dünya ve âhiret hayatımızın genetik kodlarını barındıran Kur’ân da, hayatımızın merkezine Hadisle çevrelenmiş olarak yerleşmelidir. Böyle yapmazsak ne olur?

Önce “Ne olmaz?”dan başlayalım: Bazılarımızın zannettiği gibi Kur’ân’ı gerçek rengiyle görmüş olmayız.

“Ne olur”a gelince: Kur’ân’ı kendi fikirlerimizin, peşin hükümlerimizin, arzularımızın, heveslerimizin rengiyle görürüz. Çünkü hayatımızın tam ortasına almış olsak bile, Kur’ân’ı bunlar çevreler ve biz bunların arkasından bakarak Kur’ân’ı okumaya çalışırız. Başka bir deyişle, Kur’ân’ı bize Peygamberimiz değil, heveslerimiz öğretmiş olur.

Bu çıkmazdan kurtulmanın tek çaresi, hayatın merkezine Sünneti almaktır. Böylelikle Kur’ân’ı gerçekten hayatımızın merkezine almış oluruz; çünkü Sünnetin merkezinde yer alan şey Kur’ân’dan başkası değildir.

***

Bu noktada yükselecek olan itirazları görmemek imkânsızdır:

“Peki, ama bize Sünnet olarak intikal eden şeyin sahih olup olmadığından nasıl emin olacağız?”

Bu sorunun da cevabı zor değildir; evham ve vesveselerle bunu zor hale getiren biziz:

Bugüne kadar bu ümmet Peygamberinin mirasından nasıl emin olduysa, biz de öylece emin oluruz, bu kadar basit! Yoksa, on dört asırdır bütün bir ümmetin uyuduğunu ve bu dünyaya ayak basan ilk uyanıkların kendileri olduğunu düşünenler, gerçekte, kendilerini gelecek nesillerin alay konusu yapmış olurlar.

Peygamberimizden bize intikal eden hadislere birtakım şüpheli, hattâ uydurma rivayetlerin de karışmış olduğu bir gerçektir; buna kimse itiraz edecek değildir. Fakat onun kadar gerçek olan bir başka şey de, sahih olan hadislerin sahih olmayandan objektif ölçülerle ayrılmış olduğudur. Hadis uyduranlar uydurmakla meşgul iken, hadisleri derleyenler de armut toplamamış, Peygamber mirasını gelecek nesillere sağlıklı bir şekilde aktarmanın usullerini belirlemiş ve bu usulleri titizlikle bütün rivayetlere uygulamışlardır. Bugün Hadisi bütünüyle zan olarak ilân edip şüphe altında bırakanların bilmedikleri yahut bilmez göründükleri şey, hadis ilimlerinin de ayrı bir disiplin teşkil ettiği ve bu konuda herkesin gelişigüzel ahkâm kesemeyeceği gerçeğidir. Fakat kalp rahatsızlığımız için bevliye uzmanına gitmeyi hiçbir zaman aklından geçirmeyen bizler, bundan daha vahîm bir hatâyı din konusunda yapıyor ve Peygamber mirasını, velev ilâhiyatçı bile olsa bu sahanın uzmanı olmayan — veya uzmanı olmakla birlikte eğitimi başka türlü telâkkilerle yoğurulmuş ve Hadis’e karşı ön yargılarla şekillenmiş — bir kısım insanların uluorta iddialarına kurban verebiliyoruz.

***

Kur’ân veya Hadis söz konusu olduğunda hemen hatırlamamız gereken iki husus vardır.

Birincisi: Kur’ân’ın gerçek mânâda müfessiri sadece Kur’ân ve Hadistir; bizim tefsir olarak adlandırmaya alıştığımız şey ise, aslında tevildir. Tevil yorumdur; tefsirde ise kesinlik vardır. Hadisin Kur’ân’ı tefsirinde eğer kesinlik olmasaydı, Hz. Peygambere verilen Kur’ân’ı açıklama görevi (bk. Nahl, 16:44, 64) hâşâ asılsız bir iddia olarak kalırdı.

İkincisi: Sünnete bizzat Kur’ân tarafından verilen bir isim de “Hikmet”tir. Birçok âyette Resulullahın bize “Kitap ile Hikmeti öğrettiği” hatırlatılır.[1] Sünnetin Kur’ân’da bu sıfatla anılması ve bunun defalarca tekrarlanması da elbette bir “hikmete” mebnîdir. Yüce Allah, böyle yapmakla bize Peygamberimizden intikal eden mirasta şüphe, tereddüt, abesiyet, hatâ, mânâsızlık gibi şeylerin bulunmayacağını tekrar tekrar hatırlatmıştır. Onun için, eğer bir mü’minin hayatında tam merkeze oturmaya lâyık olan birşey varsa, o da baştan sona hikmetten ve Kur’ân’ın hakikî tefsirinden ibaret olan Sünnettir, Hadistir.

Bu gerçeğin ihmali halinde hikmetten de, Kur’ân’dan da uzaklaşmış olacağımıza dair şahit olarak ise, bugünkü fotoğrafımızdan başka pek az şeye ihtiyaç vardır.

[1] Bkz. Bakara, 2:129, 151, 231; Âl-i İmrân, 3:164; Nisâ, 4:113; Cum’a, 62:2.

***

[İlk yayın tarihi: 31 Ocak 2016]


Sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


5 Aralık 2021 Pazar

Ortakların pişmanlığı



İnkâr edenler, “Ne bu Kur’ân’a inanırız, ne de ondan öncekilere” dediler. Sen o zalimleri Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman bir görsen! Birbirlerine söz yetiştirmektedirler. Güçsüz olanlar, büyüklük taslayanlara derler ki: “Siz olmasaydınız biz mü’min olmuştuk.”
Büyüklük taslayanlar da güçsüzlere derler ki: “Siz doğru yolu buldunuz da biz mi sizi yoldan çevirdik? Siz kendiniz mücrim olup çıkmıştınız.”
Güçsüzler ise büyüklük taslayanlara “Gece gündüz işiniz düzenbazlıktı,” derler. “Böylece, Allah’a nankörlük edip de başkalarını ona denk tutmamızı emrediyordunuz.” Azabı gördüklerinde, için için pişmanlık duymaktadırlar. Biz ise o kâfirlerin boyunlarına boyundurukları geçirmişizdir. Onlar yaptıklarından başka birşeyle mi cezalanıyorlar?

Sebe’ Sûresi, 34:31-33


ÜMİT ŞİMŞEK

KUR’ÂN, geçmiş kavimlerin kıssalarını birer ibret levhası olarak bize sunduğu kadar, gelecekten de ibretler sunar. Bunların her ikisi de hayattan gerçek kesitlerdir. Bizim nazarımızda biri geçmiş, biri henüz gelmemiş olsa da, Kur’ân’ın ezelî bakışında geçmiş ile gelecek arasında bir fark yoktur. O, âhiret hadiselerini de olup bitmiş gibi bize anlatır; biz de gözümüzle görmüş gibi onun anlattıklarına iman ederiz.

Bu âyetlerde tasvir edilen tablo da, aslında, bu dünyada sayısız defalar yaşanan ve halen de yaşanmakta olan birtakım hadiselerin devamından başka birşey değildir. Orada, Allah huzurunda çekişenler, buradaki dostlardır. Onlardan bir kısmı, diğerlerini peşlerine takan güçlüler, diğerleri ise, kendilerini azdıranları izleyen güçsüzlerdir. Âyetin tasvirlerinden çıkarılabilecek dersler arasında, şu iki husus özellikle dikkat çekiyor:

(1) Buradaki dostluk ve yardımlaşmalar, eğer doğru yol üzerinde kurulmamışsa, orada düşmanlığa dönüşecektir.

(2) Kendisini azdıranların peşine takılan kimsenin, Allah huzurunda ardına sığınabileceği bir mazereti yoktur.

Bu dünyada yapılan herşey gibi, kurulan dostluklar da ebedî âlemde sonuçlar verir. Allah için dost olanlar ve Allah’ın hoşnut olduğu işlerde yardımlaşanlar, orada da dost olarak kalacaklardır. Bu dostluğun, birbiri için duacı olma, birbirine şefaat etme gibi sonuçları da vardır.

İnkâr ehlinin dostluklarında ise vefa aranmaz. Bu dünyada birbirlerini kışkırtanlar, Allah’ın huzuruna çıktıkları zaman birbirine düşman kesilirler. O gün hepsi kendi derdine düşmüş, hiç kimsenin diğerinden bir yardım bekleyecek hali kalmamıştır.

En ibret verici olanı ise, zorbalıkla halkı peşlerine takarak isyana sürükleyenler kadar, onların peşine takılanların da yaptıklarından sorumlu tutulmalarıdır. Gerçi onları yoldan çıkaranlar, iktidar sahibi olan azgınlardır. Nice düzenlerle, baskılarla, hilelerle onları sindirmiş, kandırmış, peşlerine takmışlar; onlar da kendilerini çaresiz bilerek veya “Madem büyüklerimiz bize bu yolu gösteriyor; öyleyse doğru olan budur” gibi zanlarla, kendilerini helâke atmışlardır. Kıyamet gününde ise, peşlerinden gittikleri büyüklerinin hiç de vefalı dostlar olmadıklarını, hüsranların en büyüğü içinde öğrenirler.

Büyüklük taslayanlarda vefa olmadığı gibi, onları izleyenlerin elinde de onlarla aynı âkıbeti paylaşmaktan kendilerini koruyabilecek bir mazeretleri yoktur. İşin aslına bakılırsa, her iki taraf da birbirini yoldan çıkarmıştır. Büyüklük taslayanlar güçsüzleri yoldan çıkarmak için gece gündüz düzen kurmuşlarsa, güçsüz olanlar da onlara uymak suretiyle, onların eline bir güç vermişlerdir. Eğer peşine takacak birilerini bulmasaydı, dünyada kim büyüklük taslayabilirdi? Bütün çağlarda ve bütün toplumlarda, zorbalar, daima kendilerine kölelik etmeye razı olan topluluklar sayesinde iktidarlarını devam ettirmiş, zulümlerini icra edebilmişlerdir. Onun için, İlâhî adalet de, güçlü olsun, güçsüz olsun, zorbaların peşine takılanları, zorbaların cezasına ortak etmiştir.

Âyet-i kerimenin tasvir ettiği manzara, dünyanın her yerinde her zaman görülebilecek olan bir durumun sonucunu bize göstermektedir. Şu veya bu şekilde büyüklük taslayarak halkı Allah yolundan saptırmak için gece gündüz tuzaklar kuranların hiçbir zaman yokluğu çekilmez. Kişiler değişebilir, yöntemler değişebilir, kılıklar değişebilir. Onlar bazan bir hükümdar olur, bazan da günün egemen değerlerini belirleyen ve bir moda halinde piyasaya süren görünmez mahfiller kılığına bürünebilirler. Toplumlar ve koşullar değiştikçe onların kılıkları ve yöntemleri de değişir. Ama “saptıranlar” ve “saptırılanlar” şeklindeki roller, tarihin hiçbir döneminde sahipsiz kalmaz.

Büyüklük taslayanların oyununa gelmemek için insanın güçlü bir iradeye sahip olması gerektiğinde şüphe yoktur. Zira onlara karşı durabilmek, her zaman için bir fiyat ister. Fakat Yer ve Gökler Rabbinin aziz bir varlık olarak yarattığı ve bir değer verdiği insan, bu değerli konumunu korumak için öyle bir fiyatı ödemek zorundadır.

Aksi takdirde, o büyük pişmanlık gününde ödenecek fiyat çok daha büyük olacaktır.


Sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek