Risale-i Nur'un dili nasıl öğrenilir?


Bediüzzaman’ın talebelerinden Mehmet Fırıncı, gençliğinde Risale-i Nur’u yeni tanıdığı zaman, onu anlamak için ne yapmak gerektiğini Hüsrev Altınbaşak’tan sormuş, o da “DevamlıÂyetü’l-Kübrâ’yı oku” cevabını vermişti.

O da bu tavsiyeyi tuttu ve sürekli olarak Âyetü’l-Kübrâ’yı okumaya başladı. Ne bir sözlüğe baktı, ne kimseden birşey sordu. Sadece okudu, okudu. Sonunda, Fırıncı Abinin kendi tabiriyle, “mânâlar açılıverdi.”

Fırıncı Abinin hikâyesi, aslında, bu dünyaya gelen herkesin yaşadığı bir maceradan başkası değil.

Hayata gözümüzü açtığımızda, hiç bilmediğimiz bir dünya ile karşılaşmıştık. Etrafımızdaki eşyaları daha önce görmemiş, bu âlemin kavramlarıyla daha önce tanışmamıştık.

Bütün bunları yaşayarak öğrendik.

Risale-i Nur ile yeniden doğuş da aynen böyledir.

İnsan, bu eserlerle yepyeni âlemlere girer.

Bizim kendi ördüğümüz duvarlar arasında geçirdiğimiz, dış yüzü süslü, iç yüzü alabildiğine çorak hayatta adı sanı bilinmeyen zenginliklerle dolu âlemlerdir bunlar. Orada gördüğümüz şeylerin burada karşılıkları yoktur. Oradaki zenginlikler, bizim modern dünyamızda bilinmeyen kelimelerle görünür ve tanınırlar.

Onun için, biz, Risale-i Nur’un önümüze açtığı âlemlerdeki mânâları yaşayarak öğreniriz:

Tıpkı çocukluğumuzda anadilimizi öğrendiğimiz gibi.

Biz, öğrenmeye bir türlü doymayan bir çocuğun iştahıyla Risaleleri defalarca okurken, bir yandan onun doyumsuz üslûbunu tekrar tekrar zevk eder, bir yandan da, her biri farklı bir âlemin kapısını açan kelimelerin değişik yerlerde kullanılışlarıyla karşılaşırız.

Belki o kelimelerle henüz tanışmamışızdır; fakat o kelimelerin içinde yer aldığı cümleler ve pasajlar arasında dolaştıkça aldığımız kokular ve yaşadığımız duygular, mânâ haleleri halinde o kelimelerin etrafını kuşatır. Önceleri belli belirsiz şekilde, sonra gittikçe artan bir netlik ve parlaklıkla mânâlar görüş alanımıza girer, daha sonra da dünyamızın bir parçası olurlar. Belki sorsalar tarif edemeyiz, kelimelerin anlamını söyleyemeyiz; fakat söyleyemesek de biliyoruzdur, bilemesek de yaşıyoruzdur yaşanacak olan şeyi.

Zaten Risale-i Nur’un iman derslerine başka hiçbir kitapta rastlanmayan özelliğini veren şey de onun yaşanarak öğrenilmesidir. Mesele sadece birtakım bilgileri aktarmaktan ibaret olsaydı, bu dersler de felsefe seviyesinde kalırdı.

“Sadeleştirme” işleminden geçmiş bir Risale-i Nur’un ise, “yaşanan bir hayat” olmak bir yana dursun, felsefe dersi olarak kalmasını beklemek bile iyimserlik olacaktır.

Ümit Şimşek

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Raşid Halifelerde iman-amel bütünlüğü

Kur'an mealleri din eğitiminde baş köşeyi almalı