SON EKLENENLER
latest

12 Mart 2022 Cumartesi

Çetin sorular altında bir "şahitlik" muhasebesi

 




En’âm sûresinin 20-21. âyetlerini okuduğumuz 344. Kur’an Buluşmasının özeti ve video kaydı.

Allah’ın Resulü (s.a.v.) elinde Kur’ân ile ortaya çıkıp tebliğini yaptığı zaman, inkâr ehlinin şiddetli düşmanlığıyla karşılaştı. Bunların arasında, Kur’ân’ın “Kitap Ehli” olarak nitelediği Yahudi ve Hıristiyanlar da vardı. Ve bunlar, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) gerçekten Allah’ın elçisi olduğunu çok iyi biliyorlardı.

Kur’an Buluşmalarının 12 Mart Cumartesi sabahı YouTube Erdemli Hayat kanalından canlı olarak yayınlanan 344. bölümünde okuduğumuz En’am sûresinin 20-21. âyetleri bu konuya temas ediyordu:

Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu, oğullarını tanır gibi tanıyorlar. Kendilerini hüsrana sokanlar ise iman etmezler.
Allah adına yalan uyduran yahut Onun âyetlerini yalanlayan kimseden daha zalim kim var? Şu bir gerçek ki, zalimler asla kurtuluşa ermez.

Ancak âyetin ifadesi sadece tarihî bir gerçeğe yapılan atıftan ibaret kalmıyor, bütün zamanlara, özellikle günümüze yönelik son derece önemli dersler içeren bir ders teşkil ediyordu. Biz de bu derslerden nasibimizi aradığımızda özetle şu tesbitlere ulaştık:

  • Allah’tan vahiy aldığı iddiası ile ortaya çıkan bir kimse eğer doğru söylüyorsa Allah’ın elçisi, doğru söylemiyorsa Allah adına yalan söyleyen bir yalancı olması gerekir. Allah adına söylenen yalan ise yalanların en büyüğüdür.
  • Kur’ân’ın inişinden önce 40 yılını tam bir doğruluk ve güvenilirlik içinde geçirmiş, “emin” sıfatıyla tanınmış, üstün ahlâkı dost-düşman herkes tarafından tasdik edilmiş, daha sonra da kendisine iman edenleri hep doğruluğa ve güzel ahlâka çağırmış, hayatının her ânı da dost ve düşman gözetimi altında geçmiş bir insan, eğer Allah tarafından bir kitap getirdiğini iddia ediyorsa, bu, inanılması gereken bir dâvâdır. Kur’ân, buna inanmayanları, kendisinin benzerini getirmeye çağırmış ve bu davet cevapsız kalmıştır.
  • Resulullahın ve etrafındaki Müslümanların üzerlerinde Kur’an terbiyesinin eseri apaçık göründüğü içindir ki, insanlar, pek çok tehlikeyi de göze alarak, peş peşe bu dine girdiler. Çünkü onlar Resulullahın ve ona inananların yaşayışlarını gördükleri zaman, oğullarını tanıyormuşçasına bir kesinlikle bu insanların doğru bir yolda olduklarını anlıyorlardı. Eğer Kur’an’da sayılan bu nitelikler o insanlarda bulunmasaydı, İslâmda ve Müslümanlarda kusur aramak için seferber olmuş olan Kitap Ehli ve müşrikler bunu dillerine dolamayacaklar mıydı?
  • Mekke döneminin bu çetin eğitiminden geçen insanlar, daha sonra, Medine’de geniş imkânlara kavuştular, Allah’ın vaadi tahakkuk etti ve düşmanlarına üstün duruma geçtiler. Ama bu geniş imkânlar onları değiştirmedi. Onlar umumiyet itibarıyla yine hakkın şahitleri olarak kaldılar.
  • Onun için bu âyetlerde geçen şahitliği, onları Allah katında makbul şahitler yapan özelliklerle beraber düşünmek ve bu şahitler arasındaki yerimizi – eğer varsa! – sorgulamak gerekmez mi?

En’âm sûresinin 20-21. âyetlerini okuduğumuz 344. Kur’an Buluşmasına ait video kaydını buradan izleyebilirsiniz:

https://youtu.be/cHUJx5HnxJQ

UTESAV organizasyonuyla düzenlenen Kur’an Buluşmaları 2013 yılından beri haftalık olarak devam ediyor. Pandemi önlemlerine kadar MÜSİAD Genel Merkezinde Cumartesi sabahları gerçekleşen Buluşmalar, Mart 2020’den bu yana YouTube’un Erdemli Hayat kanalından Cumartesi sabahları 7:30-8:30 arasında canlı olarak yayınlanıyor.

9 Mart 2022 Çarşamba

Deniz fenerleri

 



Düşünce melekesini ve buluş gücünü geliştirmek için Einstein'in formülü: gürültüden uzaklaşarak kâinatla baş başa kalmak.



ÜMİT ŞİMŞEK


Sükûnet ve yeknesaklık, insanın pek takdir edilmeyen iki dostudur. Oysa bunlar yaşadığımız dünyanın temelinde var olan ve hayatı mümkün kılan özelliklerdir. Güneş, hergün, milyarlarca yıldır sürüp giden bir düzen içinde, sessizce doğar ve batar. Onun, varlığını belli etmek için patırtı çıkarmaya ihtiyacı yoktur. Dev ağaçlarla dolu bir ormanda da herşey sessizce ve hiç değişmeyen bir düzen içinde yürür. Fakat herhangi bir anda, o sükûnet içinde, tonlarca su, apartman yüksekliğindeki dallara pompalanmakta, yerin ve ağaç gövdelerinin gizliliklerinde nice fabrikalar hummâlı faaliyetlerle çalkalanıp durmaktadır.

Einstein, Nazi Almanyasından ayrıldıktan sonra İngiltere’de verdiği ilk konferansında, kendisinin kırsal bölgelerde yetiştiğini anlatmış ve kâinattaki yeknesak huzur ve sükûnetin onda düşünme melekesini ve buluş gücünü geliştirdiğinden söz etmişti. Kendisini büyük bir merakla dinlemek üzere toplanmış bulunan devrin en seçkin bilim adamlarına, onların şaşkın bakışları arasında, bu genç dâhi bir teklif sunuyordu:

Acaba bilim adamlarına böyle sakin yerlerde görevler bulunamaz mıydı? Meselâ deniz fenerlerindeki görevlere genç bilimciler atanabilirdi. Bu durum, hayatlarının en verimli dönemlerini bir deniz fenerinin sakin ve huzurlu ortamında geçiren bilim adamlarına, problemleri üzerinde yoğunlaşma imkânı verebilirdi.

Einstein’ın teklifini ciddîye alan olmadı. Meslektaşları bile “Bilim adamları deniz fenerini yakmayı unutur” şeklinde nüktelerle teklife gülüp geçtiler. O günden bu yana insanlığın genel eğilimi de bu teklifin aksi yönde gelişti. Hiç şüphe yok, Einstein’ın zamanı, bugünkünden daha sakin, daha düzenli bir dünya idi. Zamanımız ise, sükûneti ve huzuru hatıra getiren ne varsa, hepsini kara listeye almış durumdadır. Huzuru çağrıştıran herhangi bir şeyin, bir dalga sesinin, bir kuş cıvıltısının, bir yaprak hışırtısının işitilebileceği, yahut insanın düşünce ve duygularıyla baş başa kalabileceği bir yer, derhal gürültüye boğulması gereken bir ortam demektir. İnsanlar böyle yerlere “kafa dinlemeye” gidecek de olsalar, gürültülerini ve kargaşalarını da beraber götürdükleri için, yine değişen birşey olmaz. Bugün Einstein’ın teklifine kulak verecek olsaydık bile, herhalde ilk yapacağımız şey, deniz fenerlerini diskoya çevirmek olurdu!

Deniz feneri gibi sükûnetli yerler, hem dış dünyadan, hem de içten gelen mesajların net bir şekilde işitilebileceği, gerçek bir hayatın bütün hazlarıyla koklanıp yaşanabileceği yerlerdir. Çam Dağının tepesindeki katran ağacı da Risale-i Nur Müellifi için, Yıldız Sarayından daha değerli bir deniz feneriydi. Oradan bakan, dünyaya pek yüksekten bakmış gibi olur. Mavi gök, mavi göl, yemyeşil ovalar, seyircinin başı üstünde, gözü önünde, ayağının altındadır. Geceleri, bir şehirden asla seyredilemeyecek bir ihtişam ve renkler içinde, gökkubbeyi ışıl ışıl yıldızlar kaplar. Orada kâinatın en ücra köşesinden gelen sesler işitilir; beşer âleminin boğuşmalarından, dünya kaygılarından, siyaset kavgalarından ise hiçbir iz yoktur. Böyle bir yerden dünyaya bakan bir insanın “Ben kimim? Bu dünya nedir? Nereden gelip nereye gidiyoruz?” diye sormaması mümkün değildir.

Öyle yerlerde yazılan risaleleri okumak için en uygun yerler de, hiç kuşku yok ki, yine öyle, parazitlerden uzak, kâinata yakın mekânlardır. “Niçin okuyamıyoruz? Okuduğumuzda niçin anlayamıyoruz? Anlasak da niçin zevkine varamıyoruz?” gibi soruların cevabını, biraz da, okuma şartlarında ve uygun mekânlarda aramak yerinde olur. Zira, Risale-i Nur’un iman dersleri bir şehrin beton binaları ve yapay ışıkları arasında hapsedilebilecek meseleler olmadığı gibi, öyle küçük mekânların dar açılarından kuşatılabilecek hakikatler de değildir.

Deniz fenerlerine sadece genç bilim adamlarının değil, bu dünyada ne aradığını bilen ve ona uygun şekilde yaşamak isteyen insanların da ihtiyacı var.



Burada yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
beni Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


  1. Yazı, sesizlik ve sukunete muhtaç günümüz insanına güzel hayal kapıları açıyor. Gelin görün ki, günümüzde bizlere dayatılan yaşam modelinde, bu ancak bir özlem olarak kalıyor. Günümüz insanı, işlerin kargaşasından bir nebze uzaklaştığı tatil dönemlerinde dahi, fikren ve zihnen o kargaşayı yaşamaya devam ediyor. Allah bu asrın insanlarına hususi merhamet etsin.



7 Mart 2022 Pazartesi

Gelin cahil olalım


İşe yaramayan bilgiler bir taraftan el değmemiş ve organize olmamış veriler halinde hayatımızın bir bölümünü doldurmaya devam ederken, işe yarar bilgilerimiz gittikçe daralan bir alan içinde mahpus kalıyor. Gittikçe daralan alanlarda bilgimiz, genişleyen alanlarda da cehaletimiz artıyor. 

ÜMİT ŞİMŞEK


Günün birinde cehalete muhtaç olacağımız kimin aklından geçerdi? Bilginin her türüyle her taraftan kuşatılmış durumdayız; hergün artan bir tempoyla bilgi üzerimize yağmaya devam ediyor. O bizi bulmazsa biz onu iki klavye darbesiyle internet âleminin derinliklerinden bulup çıkarıyoruz. Ayırımcılık ise zamanımızın hoş karşılanmayan bir özelliği; doğrusuna yanlışına, gereklisine gereksizine bakmadan hepsine dünyamızda bir yer ayırıyoruz.

Bütün bu öğrendiklerimizle, akla gelen her konuda yorumlar yapabiliyor ve bu yorumları bir anda binlerce kişinin dünyasına yeni bilgi birimleri olarak aktarabiliyoruz. Sahip olduğumuz engin birikimle içtihad alanımız bir taraftan dünyanın en köklü problemlerini, diğer taraftan da filanca ünlü kişinin özel hayatıyla ilgili en ince ayrıntıları kapsıyor.

Fakat ne oluyorsa, bilginin gerçekten işe yarayacağı an geldiğinde oluyor. Bütün öğrendiklerimiz o anda buharlaşıveriyor ve bir uzmana olan ihtiyacımızı bütün şiddetiyle hissetmeye başlıyoruz.


***


Bilgi artışı, bir açıdan bakıldığında, yeni icadların, yeni mesleklerin ve yeni uzmanlık alanlarının da ortaya çıkması olarak görülebilir. Fakat bunların da hiçbiri uzun ömürlü değildir; çünkü meslekler ve uzmanlık alanları da bölünerek çoğalmaya devam ediyor. İnsanlar gittikçe daralan alanlarda uzmanlaşmak yahut meslek sahibi olmak zorunda kalıyorlar.

Başka bir deyişle:

İşe yaramayan bilgiler bir taraftan el değmemiş ve organize olmamış veriler halinde beynimizin (ve tabii hayatımızın) bir bölümünü doldurmaya devam ederken, işe yarar bilgilerimiz gittikçe daralan bir alan içinde mahpus kalıyor. Gittikçe daralan alanlarda bilgimiz, genişleyen alanlarda da cehaletimiz artıyor. Fakat farklı hızlarda:

Birincisi üçer beşer, ikincisi ise yüzer biner artıyor.

Sonuç ise, resimde görüldüğü gibi, hızla cahilleşen bilgi toplumlarıdır.


***


Eğer faziletin egemen olduğu toplumlar halinde yaşasaydık, bu durum bizi fazlaca etkilemezdi. Nihayet insanlar birbirine muhtaç şekilde yaratılmıştır; birbirine saygı ve sevgiyle bağlı topluluklarda uzmanlara duyulan ihtiyaç da bağları canlı tutan bir unsur olurdu.

Fakat hinliği ve cinliği bir medeniyet ilkesi olarak benimsemiş toplumlarda çarklar da tersine dönüyor. Arabasından bir tıkırtı duyan doktor, çaresiz şekilde kendisini tamircinin (yahut daha da kötüsü, servisin) insafına terk ediyor ve bir kablo değişikliğiyle atlatılabilecek arıza için motorun indirilmesine razı oluyor. Ama olsun! Nasıl olsa ustanın da birgün yolu hastaneye düşecek ve doktora olan borcunu gereksiz tetkik masrafları olarak fazlasıyla ödeyecektir!

Toplum ölçeğine vurulduğunda, sonuç itibarıyla herkesin birbirine işi düştüğü ve herkes birbirini gücü ve imkânı nisbetinde kazıkladığı için, değişen birşey olmadığını düşünebilirsiniz. Fakat alacak-verecek itibarıyla durum öyle olsa da, aynı sonuca ulaşmak için daha fazla emek harcanmakta, meselâ insanlar on liraya ödeşebilecek iken bin liraya ödeşmekte, bunun sonucunda da zihinlerde “Peki biz bu şeyi niye yedik?” şeklindeki o meş’um soru belirmektedir.


***


“Faydalı Bilgiyi Yayma Derneği” adında bir cemiyetin varlığından haberdar olan ünlü düşünür Thoreau, bunun yanı sıra bir de Faydalı Cehaleti Yayma Derneğinin kurulmasını teklif eder. Bizim bilgi olarak övündüğümüz şey, aslında, birşey bildiğimizi sanmaktan ibaret bir aldanmadır ki, Thoreau bunu “pozitif cehalet” olarak adlandırır.

Pozitif cehalet, ünlü düşünüre göre, gerçek cehaletin faydalarından bizi alıkoyan şeydir. Çünkü bilgiye olan ihtiyacımızı hissettirmez. İnsanın bu ihtiyacını hissettiği an ise, tıpkı bir atın bahar günü ahırdaki saman yığınını eğeri ve dizginleriyle birlikte geride bırakıp da yemyeşil çayırlara özgürcesine atılmasını andırır. Yıllarca üşenmeden okuyup durduğumuz gazetelerle hafızalarımıza yığdığımız bilgiler, ahırdaki saman yığınıdır. “Bu kadar saman yiyip durmak artık yetişir,” der Thoreau. “Yeşile yayılın, büyük fikir tarlalarına açılın artık!”


***


Tiryakisi haline geldikten sonra saman yığınlarından vazgeçmek dünyanın en zor işidir. Asıl tiryakisi olunacak bilginin farkına ve tadına varmak için, önce kendimizi cehaletin kucağına atmak gerekiyor. Çoğumuzun korkulu rüyası haline gelen “gündemden kopmak”  bunun ilk ve en hayırlı adımıdır.

Bitip tükenmeyen horoz döğüşlerinden haberimiz olmayıversin. Filân dizinin saçmalıkları hakkında eş dostla çene yarıştırma imkânından biraz yoksun kalalım. Hangi oyuncunun hangi soytarıyla nerede ne nane yediğini bilmeyiverelim. Vatan yahut dünya kurtarılmayı biraz daha beklesin. Onların hiçbiri bir yere kaçacak değildir; on sene sonra şöyle bir bakacak olsanız hepsini yine aynı yerde bulursunuz!

Gelin, biz bir an için cehaletimizle baş başa kalalım da o bize ihtiyaçlarımızı söylesin.

Yani, önce hayatımızı dolduran faydasız bilgi yığınlarını bir bahar temizliğiyle süpürüp atalım.

Ondan sonrası için nereden başlayacağımıza gelince.

İmam Gazalî’nin, “Öncelikle hangi ilmi tahsil edeyim?” diye soran talebesine verdiği cevap, bir başlangıç noktası olabilir:

Ömründen bir hafta kalmış olduğunu bilseydin hangi ilmi öğrenirdin?


6 Mart 2022 Pazar

Kimlerin yolundan gidilir?


KUR’ÂN’IN ölçüleri, insana dininde ve dünyasında doğru yolu gösteren hayat prensipleridir. Kur’ân’ı okuyan ve ona kulak veren kişi, bu ölçüler sayesinde, işlerinde yaş tahtaya basmaktan korunmuş olur. Küçük veya büyük, dünyaya veya âhirete ait işlerin tümü için bu ölçüler şaşmaz birer hidayet rehberidir; âhiret için ise, zaten bu ölçülerin alternatifi yoktur. Kur’ân’ın ölçüleri olmadan başka bir kurtuluş yolu bulmak mümkün olmadığı gibi, bu ölçülere sadık kalan bir kimsenin de şaşma ihtimali yok demektir.

Böyle ölçülere insanın her zaman ihtiyacı vardır; bugünkü ihtiyaç ise had safhadadır. Çünkü insanları birbirinden farklı yollara çağıranların haddi hesabı olmadığı gibi, iletişim araçlarının yaygınlığı, her kafadan çıkan bin bir türlü sesi dünyanın her tarafından işitilir hale getirmiştir. Din gibi insanın ebedî hayatını ilgilendiren en önemli bir konuda birbirinden çok farklı görüşler, kıyasıya yarış halinde, insanları bir taraflara doğru çekmektedir.

Herkes çeşit çeşit yollara çağırdığına göre, bütün bunların birden doğru olmasına imkân yoktur. Ama insan nereden anlayacaktır hangi yolun doğru, hangisinin eğri olduğunu?

İşte, Kur’ân, son derece kısa ve o kadar da net bir ifadeyle bu soruyu cevaplandırıyor:

“Bana yönelenlerin yolunu izle.”

Bu ifade ilk bakışta fazla soyut görünebilir. Zira herkes Allah’a yöneldiğini ve insanları Allah’a çağırdığını iddia edebilir. Bunlar arasında gerçekten Allah’a yönelmiş olanlar nasıl ayırt edilebilir?

Fakat âyet Allah’a yönelme konusunu soyut bir iddia seviyesinde ele almamış, fiil ve hareket seviyesinde, bir yaşayış tarzı olarak göstermiştir. Yani, Allah’a yöneldiğini söyleyenlerin değil, Allah’a yönelenlerin yolunu izlemek gerektiği bildirilmiştir. Bu ise, “Yolunu izleyeceğiniz kimsenin hal ve hareketlerine bakın,” demektir. “Onların nasıl yaşadıklarına dikkat edin. Bu hal ve hareketlerin sonu nereye varıyor? Bu yaşam biçimi neyi hedef alıyor? Bunu iyice ölçüp biçin.”

Daha başka âyetler, bu âyetin anlamını daha da ayrıntılı bir şekilde destekler. Ayrıca, izinden gidilmemesi gereken kimseleri anlatan âyetler de vardır. Ancak bütün bu âyetlerin gereğini yapmak ve onu hayata yansıtmak, insanın kendisine düşen bir çabadır. Zira âyet kimsenin adını, adresini verip de “İşte bunun ardından gidin, şunun ardından gitmeyin” diyecek değildir. Dinini ciddîye alan bir kimse, ebedî hayatını tehlikeye atmamak için, Kur’ân’ın bu uyarılarını da ciddîye almak ve hangi yolu izleyeceği konusunda iyice düşünüp taşınarak seçim yapmak zorundadır.

Eskiler, bu konuda bir hayli pratik çözümler geliştirmişlerdir. İşte bunlardan, nümune teşkil edebilecek bir tanesi:

“Biz ilim almak için birisinin yanına gittiğimizde, namaz vakti girinceye kadar bekler, sonra onun namazına bakarız. Eğer namazı güzel ise, diğer halleri daha da güzeldir deyip onu dinleriz. Namazı kötü ise, diğer hallerinin daha da kötü olduğuna hükmeder ve onu terk ederiz.”

Diğer taraftan, bir kimseyi sadece namazı ve ibadetiyle değerlendirmenin de insanı aldatabileceğini, ferasetiyle meşhur büyük Sahâbî Hz. Ömer'in (r.a.) şu sözlerinden anlıyoruz:

Bir kimsenin namazına ve orucuna bakmayın. Konuştuğunda doğru söyleyip söylemediğine, kendisine emanet edildiğinde yerine getirip getirmediğine bakın. (Beyhakî, Şuabü’l-îmân, 4:230).

Zamana ve zemine göre, bu konuda geliştirilebilecek çok çeşitli yöntemlerden söz etmek mümkündür. İnsanlar, üç günlük dünya hayatında bile kimlerle iş yapacakları konusunda gelişigüzel davranıp da emeklerini ve servetlerini heba etmezler. Âhiret hayatı ise, bu duyarlılığın daha fazlasına lâyıktır. Çünkü din konusunda yanlış yol izleyen bir insanın, varacağı yere vardıktan sonra bir daha geriye dönüş imkânı kalmaz. Onun için, bir yola girmeden önce, insan, kendisini oraya çağıranlara dikkat etmelidir:

Bakalım, o çağıranın yönü ne tarafı gösteriyor?

Allah’ın rızasını mı, dünya menfaatini mi?

Âyet bu konuda insanın önüne net bir ölçü koymuş, “Bana yönelenlerin yolunu izle” buyurarak insana doğru yolun adresini göstermiş ve onu kendi sorumluluğuyla baş başa bırakmıştır.