SON EKLENENLER
latest

31 Mart 2022 Perşembe

YOZLAŞMA NASIL BAŞLAR?


İsrailoğullarından kâfir olanlar, hem Davud’un, hem de Meryem oğlu İsa’nın diliyle lânetlendiler. Bunun sebebi de onların isyan etmiş olmaları ve hadlerini aşıp durmalarıydı.
Onlar kötülük işlediklerinde birbirlerini bundan alıkoymazlardı. Ne kötü birşeydi işleyip durdukları!
Mâide Sûresi, 5:78-79

LÂNETLENME, kalbinde Allah korkusu taşıyan kimse için, tüyler ürpertici bir sözdür. Âyet-i kerime, böylesine korkunç bir âkıbete uğramış bir kavmin durumunu iman ehline bir ibret nümunesi olarak sunuyor.
Sakın onlara benzemeyin, diyor. Çünkü bu bir İlâhî yasadır. Hal ve hareketlerinde onlara benzeyen, âkıbette de onlara benzer.
Âyet, bu âkıbete sebep olarak onların isyanlarını gösteriyor. Ancak işi burada bırakmıyor; bu isyanın böyle bir âkıbeti sonuç verecek hale gelmesinin sebebini de açıklıyor:
“Onlar kötülük işlediklerinde birbirlerini bundan alıkoymazlardı.”
İşte bu, iman ehlini derin derin düşündürmesi gereken bir uyarıdır.
Şurası Kur’ân’ın birçok âyetinde vurgulanan bir gerçektir ki, bu din, sadece bireylerin kendi iyilik ve kötülükleriyle baş başa kalmasına razı olmaz; onlardan toplumda iyilik yayan ve kötülükleri önleyen aktif bir hayat sürmelerini ister. Bu görev yerine getirilmediği zaman da toplumda yaygınlaşan kötülüklerden, sadece o kötülükleri işleyen kimseleri değil, kötülüğe engel olmayanları da sorumlu tutar. Böyle bir ihmalin lânetlenme gibi bir sonuca yol açabileceğini bildiren bu âyet, İslâmın bu konuya verdiği önemi gösteren en çarpıcı örneklerden biridir.
Bu uyarıyı daha da çarpıcı hale getiren bir tespit ise, Peygamberimizin bu âyetle ilgili bir hadisinde yer alıyor:
İsrailoğullarında yozlaşma ilk olarak şöyle başladı:
Önceleri, bir adam diğerine rastladığında “Yaptığın bu şeyi bırak, çünkü sana helâl değildir” derdi. Ertesi gün onunla yine aynı durumda iken karşılaşır, ama bu defa onu kötülükten alıkoymaz, onunla birlikte yiyip içmeye, oturup kalkmaya devam ederdi. Bu davranışları yüzünden Allah da onların kalplerini birbirine benzetti.
Peygamberimiz daha sonra bu âyeti okumuş, ardından da şöyle buyurmuştur:
Allah’a yemin olsun, ya iyiliği teşvik edip kötülükten sakındırır, zalime engel olup onu hakka döndürür ve hak üzerinde tutarsınız; ya da Allah sizin de kalplerinizi birbirinize benzetir ve onlara lânet ettiği gibi sizi de lânetler.[1]
İşte, dinî hassasiyetlerin, bir lânetlenme ile sonuçlanacak şekilde adım adım nasıl yitirildiğini tasvir eden ibretli bir Peygamber uyarısı! Bu sürecin bir başlangıcına, bir de sonuna bakmak, İslâm toplumları olarak nasıl büyük tehlikelerle kuşatılmış olduğumuzu göstermeye yeter.
Başlangıçta, herşey yerli yerindedir. Toplumda kötülük işlense bile ona karşı çıkanlar ve kötülük işleyeni uyaranlar vardır.
Fakat uyarılara rağmen, kötülük işleyenler bundan vazgeçmezler.
Uyaranların ise nefesi çabuk tükenir. Bir süre sonra onlar da isyan ve kötülüklerle beraber yaşamaya alışırlar. Uyarılanlar arlanmaz, uyaranlar da artık uyarmaz olur.
Kötülükler böylece adım adım ilerler ve toplumda kök salar. Derken, bir de bakmışsınız, bir gün hayallerden bile geçmeyecek olan şeyler, bir başka gün hayatın bir parçası haline gelivermiştir.
İnsan, âyetin ve hadisin şu uyarısı ışığında bugünkü halimize bakınca ürpermeden edemiyor:
Dinî hassasiyetlerimiz sakın böyle bir aşınma içinde olmasın?
Dün büyük bir duyarlılıkla sahip çıktığımız şeylerde adım adım gerilemeler yaşanıyor, buna karşılık dün büyük bir duyarlılıkla karşı çıktığımız kötülükler adım adım hayatın her tarafını istilâ ediyor, sonra bu durumlar bize de olağan gelmeye başlıyorsa, bu sürecin ciddî bir sorgulamaya ihtiyacı yok mudur?
Eğer bu âyeti bugün inen ve doğrudan bize hitap eden bir âyet olarak görebilir, Allah Resulünün açıklamasından da doğrudan doğruya nefsimize bir pay çıkarabilirsek, bu konuda ciddî bir muhasebenin bizi beklediğini görmemezlik edemeyiz.
— ÜMİT ŞİMŞEK
Kaynak: yazarumit.com
[1] Ebû Dâvud, Melâhim: 17.

30 Mart 2022 Çarşamba

Bizim haberlerimiz


Batılı kafanın bize haber olarak ısıtıp ısıtıp sunduğu şeyler, gafil hayatların içinde bir boşluk buldukları için dikkatimizi çekiyor ve ömrümüzü dolduruyor. Bunlarla ruhumuzu bunaltmamanın yegâne çaresi, yüzümüzü gerçek haberlerin cereyan ettiği yöne çevirmektir.

ÜMİT ŞİMŞEK

Batılı kafa, haber yapmak için uçağın düşmesini yahut adamın köpeği ısırmasını bekler. Yoksa, düşmeyen bir uçağın veya adam ısıran köpeğin hikâyesini kimsenin okumayacağını düşünür.

Gerçekten de öyledir demeyecek misiniz?

Okuduklarımıza ve okumadıklarımıza bakarsanız öyledir. Fakat biz kendimizi bildik bileli hep düşen uçaklara ait haberleri okuduk. Yolunda giden şeylere hiçbir zaman dikkatimiz çekilmedi. Aksamayan, tersine dönmeyen, hayatımızı olumsuz yönde etkilemeyen şeylerde hayret uyandıracak birşeyleri hiçbir gazete, radyo veya televizyon bize haber olarak sunmadı. Bu yüzden, “Olağan şeyler kimse okumak istemediği için mi haber olmaz, yoksa haber olarak sunulmadıkları için mi bunlara kimse dönüp bakmaz?” sorusunun cevabını kesin olarak verebilmek güçtür.

***

Şimdi haberlere başka bir açıdan bakalım:

Bir uçak düştüğünde, iki araba çarpıştığında, bir cinayet işlendiği yahut bir savaş çıktığında, çok da sıra dışı birşey cereyan etmiş olmaz. Bu haberlerin yüzlercesini okumamış kimse yoktur. Öyle ki, bu haberleri bir form halinde düzenleyip de sadece olayın kahramanları ve olay mahalli gibi unsurların yerini boş bıraksanız, bugün gazetelerde okuduğumuz haberlerin büyük çoğunluğu, bu boşlukları doldurmak suretiyle zahmetsizce yazılabilir. Değişen kahramanlarla binlerce defa tekrarlanan birşeyi her defasında taze bir haber olarak okumakla ne kazandığımızı düşünen var mı?

Siyaset sahnesinde çoğu zaman bu kadar bir değişikliği bulmak dahi zordur. Tekrarlanan şey sadece lâflardan ve karşılıklı suçlamalardan ibaret değildir; kahramanlarımızın yapıştıkları yerden kalkma gibi bir âdeti bulunmadığı, hikmetinden sual olunmayan Rabbimiz de böylelerine ömürden bolca nasip verdiği için, siyaset âleminin sürüp giden mücadelelerine dair haberlerde ekseriyetle değişen şey okuyucuların kendisi olmakta, bunların nesilleri birbiri ardınca gelip geçtiği halde torunlar dedeleriyle aynı haberlerin yüz bininci versiyonunu aynı kahramanların ağzından okumaya devam etmektedirler.

***

Biz aynı vak’anın biteviye tekrarlarıyla ömür tüketirken, etrafımızda dünya dolusu yenilik cereyan ediyor, fakat bunlar sıra dışı olmadığı için haber muamelesi görmüyor.

Her gün ufkumuzda yeni bir güneş, her an yenilenen manzaralar içinde doğuyor, bir başka ufukta da aynı şekilde batıyor. Her doğuş yeni bir günü, her batış yeni bir geceyi beraberinde getiriyor. Gelişler de, gidişler de, hiçbir ânı kaçırılmayacak güzelliklere bürünmüş olarak cereyan ediyor.

Lâkin güneşin ne doğuşuna, ne de batışına biz ücret ödemeyiz; ödemediğimiz için de bunları nimetten saymayız. Bu yüzden, İskender kebabı yemek için buradan kalkıp Bursa’ya gitsek bile, bir gündoğumunu seyretmek için burnumuzun dibindeki bir deniz kenarına gitmek aklımıza gelmiyor. Hattâ, dünyayı olumsuz şekilde etkileme ihtimali bulunan patlamalar da olmasa, biz semâmızda hergün doğup batan bir güneşin bulunduğundan dahi haberdar olmayacağız.

Kur’ân, yüzlerce âyetinde, bizim “haber” muamelesi yapmadığımız nice olaylara tekrar tekrar dikkatimizi çeker. Bunlar güneş, ay, yıldızlar, bulutlar, denizler, yağmur, bahar, zeytin, hurma, arı, sinek, koyun, deve, gece, gündüz gibi herkesin bildiği şeylerdir.  Biz bunlara “sıradan şeyler” deriz; Kur’ân onları “âyet” olarak adlandırır. Bizim bu âyetlere yaklaşımımız ise, Kur’ân’ın âyetinde tasvir edildiği gibidir:

“Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, insanlar onlara sırt çevirir de yanlarından geçip giderler.” (Yusuf, 12:105.)

***

Göklerin ve yerin âyetlerine sırt çevirmekle, biz, kendimizi beşeriyet âleminin duvarları arasına hapsetmiş oluyoruz. Bunun faturası ise, dünyamızı daraltmak ve karartmak şeklinde bize yansıyor.

Evvelâ, kâinat kadar geniş bir âlemin bir parçası ve bir ebediyet yolcusu olduğumuzu unutuyoruz. Dünyamız, âlemlerde bir toz zerresi bile etmeyen bir gezegenin üzerindeki bir kısacık andan ibaren hal alıyor.

İkinci olarak, bu küçücük dünyanın boğuşmaları, büyük âlemlerde bütün şaşaasıyla kendisini gösteren rahmet ve cemal tecellîlerinden nasibimizi engelliyor.

İşte, Batılı kafanın bize haber olarak ısıtıp ısıtıp sunduğu şeyler, azamet ve rahmet hakikatlerinden gafil şekilde yaşanan hayatların içinde bir boşluk buldukları için bizim dikkatimizi çekiyor ve ömrümüzü dolduruyor. Bunlarla ruhumuzu bunaltmamanın yegâne çaresi, yüzümüzü gerçek haberlerin cereyan ettiği yöne çevirmektir.

***

Bundan aylar önce, ayağımızın altındaki toprağın derinliklerinde hummâlı faaliyetler başlamıştı.

Bakterilerden köstebeklere kadar nice canlının sayısız fertleri bu faaliyetlerde görev aldı.

Yerin üstü soğuktan donar ve hiçbir hayat eseri göstermezken, aşağıdaki sımsıcak âlemler hayat kaynıyordu.

Bütün bu faaliyetler, bir diriliş hazırlığından ibaretti.

Nihayet gün geldi, emir erişti, yerin yüzü rengârenk çiçeklerle tebessümünü takındı.

Kupkuru iskeletler yapraklara büründü. Cansız toprağın her zerresinden canlar fışkırdı.

Kur’ân’ın sadâsı bir daha yankılandı bu gezegenin dağlarında, ovalarında:

“Bak Allah’ın rahmet eserlerine!”

Fakat insanların çoğu bunu göremedi. Hattâ birçoğu bakmadı bile.

Çünkü orada ne bir uçak düşmüş, ne de bir köpek ısırılmıştı.

Bütün olup biten, yeryüzünün dirilişinden ibaretti!

29 Mart 2022 Salı

Kedinin irfanı ve bizim irfanımız


Hırs yaygınlaştıkça, doğurduğu zarar sadece fertlere ait hırsların toplamıyla sınırlı kalmıyor, insanî değerleri hayatın bütün safhalarından silip atıyor ve toplumu kendi çıkarından başka birşey düşünmeyen bir menfaatperestler topluluğu haline sokuyor.

***

ÜMİT ŞİMŞEK

Rahmetli bir dostumuz, kedisine sıcak ciğer verdiği zaman kedinin ciğeri dövdüğünü gülerek anlatırdı. Tabii, kedinin mantığında bunun gülünecek bir tarafı yoktu. Ağzını yakan ciğer olduğuna göre, dövülmeyi hak eden ciğerden başka kim olabilir?

Kedi mantığı bizim de çok yabancımız sayılmaz. Zira dünyamızda cereyan eden hadiselerin bir görünen yüzü, bir de gerçek yüzü vardır. Olayların gerçek yüzüne geçebilmek, beş duyumuzun görev ve yetki alanını aşar ve “irfan” denen mefhuma ihtiyaç gösterir. İrfan gözüyle bakmadığımız zaman, biz de ciğerde takılır kalırız ve onu ısıtıp önümüze süren birisinin olabileceğini aklımıza getirmeyiz. Bunun sayısız misallerini hergün etrafımızda gözlüyoruz ve zaman zaman da bizzat yaşıyoruz.

***

Bir minibüs şoförünün, biraz ilerideki yolcuyu başka bir meslektaşına kaptırmamak için yerde ve gökte sergilemeyeceği beceri yoktur. Zahirî sebeplere bakarsanız, bunda haklıdır da. Çünkü o günkü kazancının küçük de olsa bir kısmı o yolcunun elindedir; yolcuyu kaptırırsa kazancını kaptırmış olur.

İrfan penceresinden seyredilen manzarada ise, yolcu, kedinin önündeki sıcak ciğerden başka birşey değildir. Onunla gelen şeyin zahirî adı “para” ise de, gerçek adı “rızık”tır. Onu doğru bir şekilde adlandırdığımız zaman perde açılmış, hadisenin içyüzü kendisini bize göstermiştir:

Rızkımızı o yolcunun eliyle gönderen, başkasıyla da gönderir. Hattâ, bir başka meslektaşımızı düşünüp “Biraz da o kazansın” diyecek olursak, bakarsınız, bu düşünce rızkı gönderenin hoşnutluğunu çeker de, zahiren kaybettiğimiz şey, kat kat bereketlenmiş olarak daha başka sebeplerin eliyle bize geri döner.

***

Teori olarak kaldığı veya bir başkası hakkında söz konusu olduğu müddetçe, bu tesbitlere hemen hemen herkes katılacaktır. Fakat aynı bilgiyi kendi hayatımızda uygulamaya sıra geldiğinde, inandığımız gibi yaşamak pek kolay görünmez. Bu yüzden, bize rızkımızı ulaştıran zahirî sebeplere imanımızın icabı olan bir tevekkülle değil, beşeriyetimizin gereği olan hırsla yapışırız ve bu hırs sebebiyle kendimizi bereketsizliğe mahkûm ederiz. Bereketsizlik de bizi doğru kaynağa yönelteceği yerde hırsımızı daha çok arttırır. Hırs arttıkça bereketsizlik artar, bereket azaldıkça hırsımız şiddetlenir.  Böylece, kendimizi “Kim Benim zikrimden yüz çevirirse onun dar bir geçimi olur” (Tâhâ, 20:124) meâlindeki âyet-i kerimenin haber verdiği fasit dairenin tam ortasında buluruz.

Keşke hırsın zararı sadece sahibine münhasır kalsaydı! Ne yazık ki, hırs yaygınlaştıkça, doğurduğu zarar sadece fertlere ait hırsların toplamıyla sınırlı kalmıyor, insanî değerleri hayatın bütün safhalarından silip atıyor ve toplumu tam Adam Smith’in tarif ettiği gibi, bütün muamelelerin çıkar esası üzerinde döndüğü bir menfaatperestler topluluğu haline sokuyor. O toplumda artık fırıncılar hemcinslerinin bir temel ihtiyacını karşılamak gibi ulvî bir düşünceyi akıllarından geçirmiyorlar; tıp veya hukuk tahsili, insanların sağlığına hizmet etmek veya adaleti sağlamak için değil, bilgi ve beceriyi sermayeye tahvil etmek için bir araç haline geliyor. Bütün mesleklerin menfaat için icra edildiği, herkesin çıkar peşinde koştuğu ve bütün fertlerin birbirine çıkar bağlarıyla bağlandığı bir toplumda faziletten kim ne anlar, huzur ve mutluluğu kim nerede bulur?

***

İçinde bocaladığımız fasit daireyi kırmak için daha fazla kazanmak gerekmiyor; bunun çok daha kolay bir yolu var: hırsı terk etmek ve rızkın gerçek kaynağına yönelmek. Daha başka bir çözümün mümkün olmadığını, içinde bulunduğumuz halin tasvirinden ibaret olan şu hadis-i kudsî açık bir dille bize hatırlatıyor:

Ey Âdemoğlu! Kendini ibâdetime ver ki gönlünü zenginlikle doldurayım, ihtiyaçlarını gidereyim. Böyle yapmazsan ellerini meşguliyetle doldururum, ihtiyaçlarını da kapamam. (Tirmizî, Kıyamet: 30; İbni Mâce, Zühd: 2.)

Şöyle de söyleyebiliriz:

Kedinin irfan seviyesinden daha aşağı düşmeyelim, yeter! Siz onu sıcak ciğer döverken değil, elinizden lokmayı aldıktan sonra sizi unutup Rabbine şükrederken görmelisiniz. Zira o ciğeri kimin ısıttığını bilemese de, kendisini kimin rızıklandırdığını pekalâ bilir.

28 Mart 2022 Pazartesi

Temaşa zamanı

 

***
Bahar mevsiminin her ânında mucizeler peş peşe fışkırır toprağın her karışından. Kâinatın başka bir yerinde görülmeyen şeyler, bir bahar gününde, dünyanın herhangi bir bahçesinde seyredilir
***
ÜMİT ŞİMŞEK

Ne zaman başlar baharın macerası, orası pek net değildir. Aslında bütün bir kış boyunca, toprağın gözlerimizden uzak derinliklerinde, hummâlı bir bahar hazırlığı sürüp gitmektedir. Bunun için toprak kardan bir yorganla örtülmüş, yer üstündeki soğuğun yer altına nüfuz etmesine izin verilmemiştir. Bu itibarla, bahar gider gitmez onun dönüş hazırlıkları başlar dersek, çok da abartmış olmayız. Hattâ şöyle de söyleyebiliriz: Mevsimler arasında sadece bahar vardır; diğerleri ya onun sonucu, ya da hazırlığından ibarettir.

Baharın gelişini yeryüzünde bize müjdeleyen en ünlü haberci ise kardelendir. Kardelen bu haberi nereden alır; bu bildiğimiz birşey değildir. Fakat zamanını hiç şaşırmaz kardelen. Günü geldiğinde, uyanır ve topraktan yukarı başını uzatır. Artık içinde birşeyler kaynayıp durmaktadır; güneşin sıcaklığından önce karları o eritmeye başlar. O ısındıkça karlar ona yol verir. Füze kapsülü gibidir başı; atmosfer katmanlarını geçercesine kar tabakaları içinden geçer ve gün yüzüne doğru ilerler. Kardelen “Allah namına” dedi mi, onun önünde karlar, Mûsâ’nın önündeki deniz gibidir. Çok geçmeden karların üzerine çıkar, orada güneşe kavuşur. Ondan sonrası bir tebessüm alışverişidir.

Güneş güler.

Kardelen cevap verir.

Kardelen güler.

Güneş cevap verir.

Dünya iki tebessüm arasında nefes alıp verir.

Bahar koroları inceden inceye zikre başlar.

Onların sadâları, fecrin ilk ışıkları gibi yayılır ovalara, dağlara.

Dünya iki tebessüm arasında onları dinler.

Kardelen “Rahmân namına” der, kapsül açılır. Açılan kapsülden bembeyaz minik dudaklar belirir. Bu esnada başı yere doğru eğilmiştir mahcup ve mütevazi kardelenin.

Güneş güler. Minik beyaz dudaklar dile gelir. Güneşin tebessümünde okunan Esmâ, yere dönük minik dudaklardan fasih bir şekilde işitilir. İki tebessüm ve iki zikir arasında bahar korolarının coşkusu artmaya başlar. İnce ince dereler, narin çimenler, derken dallarda tomurcuklar birer birer koroya katılır. Sesler renklenir ve gürleşir.

Çok geçmeden çağrılar ulaşır kovanlara, yuvalara. Işığı gören gelir, kokuyu alan gelir. Her bir çiçeğin açışı, oraya doluşacak böcekler için bir davetiye demektir. Nasıl haberleşirler, pek bilinmez. Ama buluşmanın vaktini de kimse geçirmez. Çiçekler açar, böcekler uçar. Baharın belirtileri bir başladı mı, artık her gün ve her saat ayrı bir kafilenin haşir meydanına çıkma vaktidir.

Bahar mevsiminin her ânında mucizeler peş peşe fışkırır toprağın her karışından. Her bir mucize, inanan insan için bir ziyafet demektir; gözü ve gönlü her taraftan Esmâ tecellîleriyle kuşatılır. Kâinatın başka bir yerinde görülmeyen şeyler, bir bahar gününde, dünyanın herhangi bir bahçesinde seyredilir. Yirmi Üçüncü Lem’anın sonlarında denildiği gibi, her baharda, kâinattan daha sanatlı ve hikmetli, canlı bir kâinat yeryüzünde yaratılır.

Bahar mevsimi, Yer ve Gökler Rabbinin rahmet eserlerini sergilediği mevsimdir. O sergiler burada, bu gezegende açılır. Melekler, kâinattaki en muhteşem Esmâ tecellîlerini seyretmek için buraya doluşur.

Bir kardelen işte böyle bir mevsimin habercisidir. Ve kış mevsiminin son günleri, işte böylesine önemli gelişmelere gebe olan günlerdir.

Çünkü Âlemlerin Rabbi, “Gidin, kullarıma rahmetimi müjdeleyin” buyurmuştur.

O müjdeyi vermek için güneş ve kardelen birbiriyle yarışır. İkisi, bahara yakın günlerden birinin sabahında, karlar üstünde buluşur.

Sonra, kâinattan daha hikmetli ve sanatlı, canlı bir kâinatın yaratılışı başlar insanın gözü önünde.

O yaratılışı bütün aşamaları ve bütün ayrıntılarıyla seyretmek, anlamak, yorumlamak ve her ânının hazzını doyasıya yaşamak için ne gerekiyorsa, hepsi insanda vardır. Zaten onun bu dünya üzerinde bulunuşuna sebep de böyle bir seyir ve temâşâdan başka birşey değildir.

Fakat insanların, her zaman olduğu gibi, bahar mevsiminde de işleri başlarından aşkındır. Onun için, bir kâinat yaratılışını seyredecek kadar vakti olan pek az adam bulunur bu gezegen üzerinde.