SON EKLENENLER
latest

17 Haziran 2022 Cuma

Özel hayatın gizliliği


 

Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın..

Hucurat Sûresi, 49:12

ÜMİT ŞİMŞEK

AYETİN metninde “tecessüs” olarak geçen ifade, “araştırmak, yoklamak, dikkat ve çaba harcayarak bilgi edinmeye çalışmak” anlamına geliyor ki, “casus” sözcüğü de bu sözcükle aynı kökten gelir. Kelimenin buradaki anlamı, başkasının gizli hallerini araştırmak; onun açıklanmasından hoşlanmayacağı şeyleri, kusur ve ayıplarını öğrenip ortaya çıkarmaya çalışmak demektir.

Ayet, gayet kısa ve net bir ifadeyle bunu bize kesin şekilde yasaklıyor.

Bu yasağı birtakım sınırlar içinde hapsetmiyor. Birtakım istisnalar getirmiyor. “Şu, şu, konuları araştırmayın” şeklinde seçici bir yasak da getirmiyor.

Toptan bir ifadeyle, mü’minlere, birbirlerinin gizli hallerini araştırmayı yasaklıyor. “Tecessüs etmeyin” diyor ve işi orada bitiriyor!

Bunda, mü’minin Allah katındaki değerini iki ayrı yönden ortaya koyan bir incelik vardır.

Bir defa, bu yasak, hukuku korunmuş olan mü’minin açısından, son derece onurlandırıcı bir iltifat içeriyor. Bu yasağa riayet edilen topluluk içindeki bir mü’minin rahatlığını düşünün:

Her türlü meraklı bakıştan uzak şekilde, alabildiğine bir özgürlük içinde, özel hayatına en küçük bir müdahale endişesi taşımadan yaşamak nasıl birşeydir!

Hangi eşyanın arkasından bir böcek, mikrofon, kameri gibi bir aygıtın çıkacağından kimsenin emin olmadığı bir dünyada böyle bir rahatlığı hayal etmek bize pek zor geliyor. Ama Yüce Allah’ın bir mü’mine lâyık gördüğü hayat aynen bundan ibarettir.

İkinci olarak, bu yasağa muhatap olan mü’min de yine bir iltifata mazhar olmuş demektir. Çünkü bu yasakta, “Sen dedikodu ve tecessüs gibi aşağılık şeylerle ömrünü heba edecek birisi olamazsın” anlamı vardır.

Evet, insanda bir merak duygusu bulunur. Ve her duygu ve yetenek gibi, bu da bir hikmetle insana verilmiştir.

Eğer insan, İlâhî hikmete uygun bir şekilde merakını yerli yerinde kullanacak olursa, o duygu bir anahtar olur, ona bütün ilimlerin kapılarını açar. İnsan onunla göklerin ve yerin sırlarını çözer, kâinatı bir kitap gibi okumayı öğrenir.

Yine merak duygusu sayesinde, insan, kendi istikbali hakkında endişeler taşır ve bu endişeler, onu, hayatına çeki düzen vermeye sevk eder. Ebedî bir âlemde kendisini nasıl bir âkıbetin beklediğini merak etmeyen bir insan, bu dünya hayatına nasıl anlam kazandırabilir?

Merakını ona lâyık hedeflere yönelten ve yerli yerinde kullanan bir insan için, daha başka şeylerin zaten bir çekiciliği yoktur. Hele başkalarının gizli hallerine dair bilgiler, onun merak listesinin en sonunda bile yer almaz. Gelin, görün ki, mü’minlerin merakını bu fıtrî mecrâsından alıkoymak için insan ve cin şeytanlarının başvurmayacağı çare de yoktur. Medyanın durumu bu gerçeğin en büyük şahididir.

Gazete sayfalarını dolduran, televizyon ekranlarını işgal eden bağırtılarla dünyanın en önemli meselesiymiş gibi sunulan sözüm ona haberlerin ne kadarı bu âyetteki yasağın kapsama alanına giriyor, isterseniz bir hesaplayıverin!

Çıkacak sonuç, İslâm toplumları olarak, bu âyette ders verilen üstün ahlâk ile aramızdaki mesafeyi gösterecektir.

İtiraf etmek hoş değil belki; fakat gerçek şu ki, merakımız, peşine düşmesi gereken hedeflerin çok uzaklarında dolaşıyor. Mecrâsından sapmış, hedefini şaşırmış meraklar için ise, tecessüs ayıp olmaktan çıkıyor, bir hayat tarzına dönüşüyor. Böyle bir hayat tarzının egemen olduğu toplumlarda ise, birbirinin gizli hallerini araştıran komşulardan tutun, yurttaşlarının özel hayatlarına müdahale eden devletlere, yahut birbirinin tüm gizliliklerini uydulardan gözleyen ülkelere kadar bütün yaşama alanları, bu düşük ahlâktan nasibini şu veya bu şekilde alıyor.

Gerek şu âyetin açık ve kesin emrini, gerekse Allah Resulü ile Sahâbîlerin bu konudaki uygulamalarını önümüze koyduğumuzda ise, şu zamanın anlayışından 14 asır geride değil, belki binlerce sene ileride bir medeniyet seviyesiyle kendimizi karşı karşıya buluyoruz. Ve öyle bir seviyede bir hayatın bu dünya üzerinde gerçekten yaşanmış olduğuna inanmak bize zor geliyor.

Düşünün ki, Hz. Peygamberin “Şeytan senden korkar” hitabına mazhar olmuş bir Hz. Ömer, halifeliğinde bir adamı evi içinde içki içerken yakaladığı zaman, adam ona “Sen tecessüs ederek âyete aykırı hareket ettin” cevabını veriyor ve ondan sonra Hz. Ömer’e, adamla helâlleşerek geri dönmek düşüyor. Hz. Peygamberin terbiyesi altında yetişmiş ve tefsir ilminin bir temel direği olmuş İbni Mesud Hazretlerine de birisini getirip “İşte bu sakalından şarap damlayan adam” dedikleri zaman, o, durumu tahkik etmeye bile ihtiyaç duymadan, “Biz başkalarının kusurlarını araştırmaktan men edildik” cevabıyla meseleyi noktalıyor.

Günümüzün egemen anlayışlarına ne kadar uzak düşerse düşsün, bir mü’min için örnek alınacak davranışlar, elbette ki bunlardan ibarettir. Bir mü’min, herşeyden önce, bu konuda Rabbinin kendisine vermiş olduğu değeri düşünmelidir. Bu öyle yüksek bir değerdir ki, onun herhangi bir şekilde ihlâli, Allah tarafından gelecek “misliyle ceza” sonucunu doğurmaktadır. Peygamber Efendimiz, “Müslümanların gizli hallerini araştıran kimsenin ayıplarını Allah’ın ortaya çıkaracağını ve onu evinde bile rezil edeceğini” haber vermiştir.[1]

Bu yasağın bir tarafında başkalarının gizliliklerini araştırmamak var ise, diğer tarafında da, bir mü’min olarak, kendi özel hayatımızın İlâhî güvence altına alınmış olması gibi bir lütuf vardır.

[1] Ebû Dâvud, Edeb: 35.

Bu yazıya ait video kaydını buradan izleyebilirsiniz:

https://youtu.be/4XZF3mMMeek

16 Haziran 2022 Perşembe

Dağ dağa kavuşunca

  

 ÜMİT ŞİMŞEK
 

Bir koca gezegen, milyarlarca yıl boyunca şekilden şekle girer.

Yüzü bir deriyle kaplanır, tıpkı bir insan siması gibi.

Kıt’alar kayar çağlar boyunca. Birbirine sürtünür.

Kıvrımlar ortaya çıkar gezegenin yüzünde.

Ve heybetli dağlar vücuda gelir.

Kayalar birer kazık gibi çakılır yerkabuğuna.

Alevden bir deniz üstünde yüzen yerkabuğu onunla dengelenir.

İnsan onlara bakar, heybet ve haşmeti seyreder.

 

***

 

Heybetli dağlar öylece kalmaz yerinde.

Üzerlerinde bir âlem kurulur.

Kayalar ufalanır, Rabbinin emriyle. Toprak olur.

Toprak da bir âlem olur yine Onun emriyle.

Üstünde narin çiçekler ve heybetli ağaçlar biter.

Dağlar canlanır üstünde bitenlerle.

Ve bir heybet, binlerce güzelliğe bürünür.

 

*** 

 

Yerdekilerin benzeri, gökte de eksik olmaz.

Görünmez zerrecikler, heybetli dağlara dönüşür gözler önünde.

Bir zerre, bir zerre daha, bir zerre daha derken, görünmezler, görünür hale gelir.

Adeta hiçten çıkar bulutlar.

Toplanırlar, birleşirler, ayrılırlar, parçalanırlar.

Birkaç saat içinde dağlar kurulur, dağlar yıkılır göklerde.

Ve dağlar yürür bir diyardan diğerine.

 

***

 

Sonra dağlar dağlarla buluşur.

Semanın dağları, yerdeki dağların başına çöker.

Bir heybet, bir başka heybete bürünür.

Yerin aksi gökte, göğünki yerde seyredilir.

Aynı san’atın eserini sergiler ikisi birden.

 

***

 

Dağlar gelip geçer.

Biri, yerle beraber uçar uzayın derinliklerinde.

Diğeri, yerin üstünde uçar.

Uçarken nice dağların üstünde konaklar.

Nice tablolar çizilir her an yerin yüzünde ve uzayın derinliklerinde.

Tablolar, bir haşmet ve heybet içinde bir rahmeti müjdeler.

Ve bir münezzeh güzellikten haber verir o esrarlı heybet içinde.

 

Sen dağları görür, yerinde duruyor sanırsın. Oysa onlar bulutların geçişi gibi geçip gitmektedirler. Herşeyi sapasağlam yaratan Allah’ın san’atıdır bu. Şüphesiz ki O sizin işlediklerinizden de haberdardır.
Neml Sûresi, 88


15 Haziran 2022 Çarşamba

Yazılanlar gelir başa


  

ÜMİT ŞİMŞEK

    

Kuru dallarla dolu bir ağaç, üstünde bahar ve yazdan hiçbir iz taşımaz.

Sanki hiç yeşermemiş, sanki hiç meyve vermemiş gibidir.

Kurumuş yeryüzü, üzerinden gelip geçmiş mevsimlerden hiçbir iz taşımaz.

Sanki çiçekler hiç açmamıştır onda.

Yemyeşil halılar, bir hatıra bırakmaksızın kaldırılmıştır onun yüzünden.

Fakat kimse şüphe etmez ağacın tekrar dirileceğinden.

Gün gelir, tekrar yapraklarını giyinir ağaç.

Çiçekler tekrar açar.

Halılar yeniden serilir yeryüzüne.

Kelebekler döner.

Ölmüş yeryüzü tekrar dirilir bütün ihtişamıyla.

Bir bahar geldi mi yeryüzüne, bir öncekinden hiçbir şeyi eksik bırakmaz.

Aynıyla tekrar dirilir, fazlasıyla tekrar canlanır.

Tohumlar ve çekirdekler, çiçeklerin ve ağaçların istikbalini özenle saklar mevsimler ve yıllar boyu.

Onların her birinde önceki baharların tarihi yazılır, sonrakilerin senaryosu okunur.

Ve her bahar bir tarih tekrarlanır yeryüzünde ayrı bir güzellikle.

Öncekileri yaratan, sonrakileri de aynı kolaylıkla yaratır.

Her bahar, bir haşir sabahının haberi okunur yeryüzünde.

Yeryüzü, bir tek nefis gibi dirilir.

Bir tohumda ve bir çekirdekte ne yazılıysa, dünyanın yüzünde okunur.

Herkes bilir onda yazılı olanlardan hiçbir şeyin eksik kalmayacağını.

Çünkü yazan, her şeyi en ince ayrıntısıyla yazmış ve saklamıştır.

 

***

 

Güzler ve baharlar gelip geçer dünyadan.

Öyle alışır ki insan gördüklerine, artık şaşırmaz olur.

Kimse merak etmez, bir tohumda bir tarihin nasıl yazıldığını.

Kimse ona inanmakta güçlük çekmez.

Çünkü gözü önünde olup biter her şey.

Yüzlerce defa olur, binlere defa olur.

Yüzlerce defa ölenler, yüzlerce defa dirilir.

Kimseye garip gelmez ölenler ve dirilenler.

Öylesine kolaylıkla yürür, gider her şey.

Öylesine kolaylıkla görülür hesaplar.

 

***

 

Mevsimler böylece gelip geçer dünyadan.

Sonunda, dünya da bir mevsim gibi gelir ve geçer.

O da kendi tarihini ve bir sonraki baharını kalbinde saklar, bir tohum gibi.

Ve bir gün gelir, o tohum açılır.

Açılan kitapta hiçbir şeyin eksik bırakılmadığı apaçık görülür o gün.

Çünkü yazan, her şeyi en ince ayrıntısıyla yazmış ve saklamıştır.

İnsan, o günde, bildiklerini ve unuttuklarını beraberce karşısında bulur.

Ve hiçbir şeyin boşa gitmediğini anlar bütün açıklığıyla.

14 Haziran 2022 Salı

Gökyüzünün âyetleri



Onlar gökyüzünün âyetlerine aldırmıyorlar.

Enbiyâ Sûresi, 21:32


ÜMİT ŞİMŞEK

 

GÖKYÜZÜNÜN âyetleri, Kur’ân âyetlerinin sık sık dikkatimizi çektiği âyetlerdendir. Kur’ân’da göklerin ve yerin yaratılışı, güneş, ay, gezegenler, yıldızlar, semânın korunmuş bir tavan halinde düzenlenmesi gibi pek çok varlık ve hadise, kâinatın ibret levhaları halinde gözlerimizin önüne serilir.

Bu ibret levhaları, tıpkı Kur’ân âyetleri gibi okunacak ve tefekkür edilecek âyetlerdir. Onlar, yine Kur’ân âyetleri gibi, Yer ve Gökler Rabbinin varlığına, birliğine, herşeyi kuşatan kudret ve hikmetine tanıklık ederler.

Fakat Rabbine karşı inkâr ve isyan içinde olanlar, Kur’ân âyetlerinden yüz çevirdikleri gibi, göklerin âyetlerinden de yüz çevirmişlerdir. Enbiyâ Sûresinin âyeti, işte insanın bu gaflet ve nankörlüğüne işaret ediyor.

Gerçi âyetin hedefinde inkârcılar vardır. Ama şehirleşme ile birlikte doğadan, özellikle gece semâsının ışıklarından uzaklaşan bizler de bu uyarının kapsama alanından pek uzak düşmüyoruz.

İsterseniz şöyle soralım:

Bulutsuz ve mehtapsız bir gecede, şehir ışıklarından tamamen uzak bir yerde en son ne zaman gökyüzünü seyretmiştiniz?

Böyle bir geceyi hatırlayanlar, hiç şüphesiz, onu ürpertiyle hatırlayacaklardır.

Gerçekten de gece semâsı, bu dünya üzerinde seyredilebilen başka hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar muhteşem bir manzaradır. İnsan, başını kaldırdığı anda, kendisini ışıl ışıl bir sonsuzlukla kuşatılmış bulur. Neredeyse bir parmak kadar boşluk bırakmayacak bir zenginlik içinde her renkten yıldızlar insanın yüzüne gülümsemekte, son derece fasih bir lisanla konuşmaktadır.

Yıldızlar güler, insan seyreder.

Yıldızlar konuşur, insan dinler.

Dünya küçülür. Dünyanın dertleri yok olur.

Sadece gökler ve yıldızlar kalır.

Herşey bir sonsuzluk olur.

İnsan ürpertiyle dolar.

Ve sormaya başlar:

Nedir bütün bunlar? Niçin bütün bunlar? Biz neyiz, kimiz? Ne oluyoruz? Nereden gelip nereye gidiyoruz? Kim bizi getiren? Kim bu yıldızları göklere dizen? Kim bizi ve yıldızları konuşturan?

Bunlar, gece semâsıyla baş başa kalan bir insanın mutlaka soracağı sorular, hiç kuşkusuz yaşayacağı anılardır.

Fakat şehir hayatı bize bu imkânı vermez.

Uygarlığın ışıkları gökyüzünü kalın bir gaflet perdesiyle örter.

Yıldızlar görünmez.

Sonsuzluk bilinmez.

Herşey insandan ve onun küçücük dünyasından ibaret kalır.

Dört duvar arasında yaşananlar, kâinatın en büyük sorunlarına dönüşür.

İnsanlar çocuk kavgalarıyla ömür tüketirler.

Gökler ışıl ışıl yıldızların tesbihatıyla yankılanırken, yerde, küçücük insanlar, bir anlık hevesler için birbiriyle boğuşur.

Küçük sevdalara kapılan, küçük kavgalarda boğulan insanlara, bir adım ötelerindeki istikbal çok uzak görünür. Ebedî âlemler, ebedî hakikatler, sonsuzluk gibi kavramlar zihinlere sığışmaz.

Öyle topluluklar içinde Kur’ân’ın mesajına kulak verebilen pek az kimse bulunur. Çünkü Kur’ân ve kâinat, birbirinden ayrı düşünülmeyecek iki kitaptır. Onlardan birinin hayatımızdan çıkması, diğeriyle de bağlarımızın büyük ölçüde zayıflaması anlamına gelir. Kâinat kitabının en göz kamaştırıcı sayfası olan göklere dönüp de bakmayan, baksa da birşey göremeyen insan, Kur’ân derslerinde başarılı olma şansını büyük ölçüde yitirmiş demektir. Belki alışageldiğimiz hayat tarzı içinde insan böyle bir durumun farkına varmayabilir. Fakat gece semâsı altında geçirilecek birkaç saatten sonra, bu ihtiyaç kendisini bütün şiddetiyle hissettirecektir.

Gökyüzünü seyretmek için şehirleri karanlığa gömmek elbette ki mümkün değildir. Ancak eldeki fırsatları da değerlendirmek gerekir. Turistik seyahatler için zaman ve imkân ayıran insanlar, Yer ve Gökler Rabbinin ışıl ışıl eserleriyle dolu muhteşem bir tabloyu doya doya seyredecek zemini de, zamanı da, isterlerse bulabilirler. Meselâ, hiç değilse senede bir veya birkaç defa, gece semâsının bütün ihtişamıyla seyredilebileceği yerlere geziler düzenlenebilir.

Bunun dışında, şehir hayatının elverdiği ölçüde de olsa, yine göklerle irtibat kesilmemelidir. Hilâl, dolunay, gezegenler, en azından bir kısım yıldızlar, hemen hemen her türlü şartlar altında zevkle izlenebilecek tablolar çizmektedirler. Yeter ki bizde gökyüzüne karşı bir alâka bulunsun.

Veya, Kur’ân’ın tabiriyle, gökyüzünün âyetlerine sırt çevirmiş olmayalım.

Şurası bir gerçek ki, gözlerimiz göklerin âyetlerine odaklanmış bir şekilde geçireceğimiz her dakika, bizi Rabbimize biraz daha yaklaştıracaktır.

12 Haziran 2022 Pazar

HAVADAN, SUDAN BİR KASIRGA

  
ÜMİT ŞİMŞEK
HER ZAMANKİ yolundan iskeleye doğru yürüyordu Cem. Hava serin ve rüzgârlıydı. Hattâ biraz fazla rüzgârlıydı. Bir sonbahar sabahı için olağan dışı sayılmazdı. Yakalarını kaldırdı. Ellerini cebine sokup adımlarını hızlandırdı. Yol boyunca yapraklar, kâğıtlar, çöpler uçuşuyor; ağaçlar bir o yana, bir bu yana eğilip duruyordu.
Esen rüzgâr yaprakların ecellerini çabuklaştırır gibiydi. Kendi hallerine bırakılsa belki bir iki gün daha dallarda sallanıp duracaktı yapraklar; ama rüzgâr onları birer birer dallarından söküyor, önüne katıp savuruyordu.
“Kim dedin?”
“Rüzgâr.”
“Kim?”
“Rüzgâr.”
“Rüzgâr da kim?”
İçindeki Uzaylı yeni bir varlık keşfetmişe benziyordu.
Dünyalı Cem, Uzaylının işaretini aldıktan sonra etrafa bir daha bakındı. Savrulanları, sürüklenenleri inceledi. Bütün bunları yapanı görmeye çalıştı.
“Hiç,” dedi. “Hiçbir şey.”
“Ama adı var.”
“Adı var, kendisi yok.”
Olmayan şey, Cem’e karşı tam cepheden harekete geçmiş, yüzüne yüzüne vuruyordu.
“Olsun,” dedi Cem. “Rüzgâr diye birşey yok.”
“Ama birşeyler olmalı.”
“Hava var sadece. Bildiğimiz hava. O kadar.”
***
Ekvator yakınlarında bir yerde buldu kendisini Cem. Okyanusun üzerinde dolaşıp duran bir hava akımının ortasındaydı.
Önceleri tatlı tatlı esen bir rüzgâr kılığındaydı hava. Sıcaktan bunalmış olanlar için bir ferah, bir soluklanış demekti o esinti.
Bir ara, ortalık fazlaca ısınmaya başladı. Havanın ısınması, suyun da ısınması anlamına geliyordu. Isınan suyun ise yapacağı birşey vardı: buharlaşmak.
Isınan su zerreleri birer birer uçtu. Buharlaşan su zerreleri havaya karıştı.
Cem, tam denizin yüzeyinde bir yerlerden seyrediyordu olup bitenleri. Dört bir tarafında peş peşe zerreler havalanıyordu. Her yer, göz alabildiğine paraşüt birlikleriyle doluydu. Yalnız, çıkarma yere değil, havaya doğru cereyan ediyordu. Ardı, arkası kesilmek bilmiyordu paraşütlerin.
Milyar kere milyar kere milyarlarca su zerresi böylece kanatlandı, peş peşe dalgalar halinde yükseldi, yükseldi. Bir yandan sıcaklık, diğer yandan aşağıdaki hava akımları, onları uçurdukça uçuruyordu.
Bu arada rüzgâr şiddetini de, huyunu da çoktan değiştirmişti. Artık tatlı tatlı esen meltemler yoktu denizin üzerinde. O bildiğimiz hava, kılığını değiştirmiş, delicesine bir coşkuya bürünmüştü. Artık her taraftan esiyor, her yöne doğru esiyor, estikçe hızlanıyor, hızlandıkça coşuyordu. Önünde durabilecek, hızını kesebilecek hiçbir şey yoktu.
Uzunca bir süre rüzgârlar çarpıştı okyanusun üzerinde. Aksi yönlerden hücuma geçen hava zerreleri kafa kafaya tokuştular.
Bu arada buharlar yukarılarda yoğunlaşıp yağmur bulutları oldular.
Yoğunlaşırken, ısılarından soyunup, onları havaya emanet ettiler.
Hava ısındı, genişledi, yayıldı. Böylece, aşağıdan yükselen yeni buhar ordularına yer açıldı.
Yukarılarda bunlar olup biterken, aşağılarda da rüzgârların çarpışması büyük ölçüde bir güç birliğine dönüşmüştü. Artık her yönden gelişigüzel esen rüzgârlar yerine, bir ortak nokta etrafında dönen dev bir girdap vardı denizin üzerinde. Girdap döndükçe hızlanıyor, hızlandıkça daha fazla buhar emiyor, emdikçe bulutları besliyor, bulutlar büyüdükçe rüzgâr da şiddetini arttırıyordu.
Girdap, bir yandan da hareket halindeydi. Döne döne ilerlerken, ortasındaki deliğe doğru kabaran ve metrelerce yüksekliğe erişen dev dalgaları da beraberinde sürüklüyordu. Bir halı üzerine yapışarak hareket eden güçlü bir elektrikli süpürge hortumundan farksızdı girdap—yalnız, halı niyetine okyanusları kabartıyordu!
Birer birer yükselen mütevazi buhar zerrelerinden, gökte heybetli dağlar kuruldu. Bunlar, yüzlerce kilometre çapında bir alanı kaplayan ve 15 kilometre yukarılara kadar uzanan dağlardı.
Heybetli dağları, mütevazi hava zerreleri omuzladı. Birliğin ne demek olduğunu, hayatında ilk defa o gün gördü Cem. Zerrelerden, sadece zerrelerden, görünmeyen zerrelerden ibaretti bütün âlem. Onların her biri , tek tek ele alındığında “var” bile denemeyecek kadar hafif, zayıf, çelimsiz birşeydi. Fakat hiçbiri durmak bilmiyordu. Ve el ele tutuşup, saf saf olup geliyorlardı denizlerin, karaların üzerine. O zerrelerden her birinin hem kendi etrafında bir dönüşü vardı, hem de saflar halinde, gökyüzündeki o dev girdabın merkezi etrafında. Bir adım geri kalan da yoktu, bir adım öne geçen de. Hep birlikte dönüyor, hep birlikte hızlanıyor, hep birlikte güçleniyorlardı. Göklerin talimli ordularından bir ordunun muhteşem bir manevrasıydı Cem’in gözleri önünde uzayıp giden.
***
Dakikalar, saatler derken, iki gün böylece geçti. İki gün boyunca hava, kılığın birini çıkardı, diğerine girdi. Şiddetlenmeye başladığında, bir fırtına topluluğu halindeydi. Sonra tropikal bir depresyona dönüştü. Bu arada hızı saatte altmış kilometreyi bulmuştu. Fakat burada da durmadı, tropikal fırtına halini aldı; yine hızlanmaya devam etti. Saatte yüz yirmi kilometreye eriştiğinde, onun adı kasırga idi!
Çelimsiz hava zerresinin coşkusu saatte iki yüz kilometre sınırına dayandığı zaman, sinesinde yüzlerce trilyon beygir gücüne denk bir enerji taşıyordu. Bu gücün onda birinden daha da az bir kısmı bütün dünyanın enerji ihtiyacını yıllarca karşılayabilirdi. Başka bir deyişle, her on saniyede bir atom bombasının gücü açığa çıkıyordu saf saf olmuş görünmez zerrelerin elinde.
Kasırga kılığına bürünmüş hava ve su zerreleri sahile ulaştıklarında, boyu sekiz metreyi, uzunluğu yüz kilometreyi aşan dalgaları de beraberlerinde getirmişlerdi. O sırada kıyılarda bulunan hiçbir şeyin bu dalgalardan kurtulmasına imkân yoktu. Birbiri ardınca tokatlar şakladı karaların yüzünde. Dalgaların eksik bıraktığını gökten inenler tamamladı. Yerden ve gökten seller boşandı. Caddeler, sokaklar, birer nehir yatağına döndü. Su zerrelerinin denizden ve havadan saldırısına karşı insanların yapabileceği tek şey, saldırıyı önceden haber alıp kaçmaktan ibaretti! Çünkü insan uygarlığının elinde, zerreye karşı koyabilecek bir güç yoktu.
***
Hava zerrelerinin saldırısı ise daha da amansızdı.
Bir hava zerresinin içinde uçarken, önünde hiçbir engelin bulunmadığını fark etti Cem. Karşısına çıkan ilk binanın içine dalmak için yapacağı şey, bir dokunuştan ibaretti, o kadar. Camlar tuzla buz oldu, kasırganın öncü kolları evin içine doluştu.
Oturma odasıyla mutfağı şöyle bir dolaşıp raflarda ne varsa yere indirdikten sonra, Cem ve beraberindekiler, evin karşı duvarından çıkıp gittiler. Onlar çıktıktan sonra, evden geride kalan, üç duvar ile bir çatıdan ve içindeki kırık dökük eşyalardan ibaretti.
Zerrelerden ordular, bir sonraki binayı temelinden yokladılar. Gelen vurdu binaya, giden vurdu. Saatler boyunca koca bina depreme tutulmuş gibi sallandı. Tepeden tırnağa binanın bütün çivileri bu dokunuşlara sesli cevaplar verdi. Camlar birer birer indi, kapılar söküldü, hava zerrelerinin bina içinde girip çıkmadığı bir santimetrekarelik bir yer bile kalmadı. Binanın çatısını söküp almak ise, saatte iki yüz kilometreye yakın bir hızla uçan ordular için, bir şapka çıkarmak kadar kolay bir işti.
Birkaç bina, birkaç çatı ile duracak gibi değildi hava zerreleri. Onlardan her biri bir hedefe kilitlenmişti. Kimi dalları yere indirdi, kimi yerde bulduğunu kaldırıp birer güdümlü füze halinde önüne kattı. Kiminin görev listesinde ağaçları yerinden sökmek vardı. Kimi kamyonları devirecek, kimi de araçları tutup köprüden aşağı fırlatacaktı.
***
“Olsun,” dedi Cem. “Yine de rüzgâr diye birşey yok.”
“Ya kasırga?” dedi Uzaylı.
“Havadan, sudan ibaret.”
“Ya bütün bunlar?” Uzaylı Cem, harabeye dönmüş kasabaları işaret etti.
“Sadece bir emir!”
***
Cem pardesüsünün yakasını indirdi, yönünü rüzgâra döndü, derin bir nefes aldı, âheste adımlarla yürümeye başladı.
Esen rüzgârın her zerresini teninde hissetmek istiyordu.
Havanın her zerresinden, bedeninin her zerresine esrarengiz bir gücün boşaldığını hissetti Cem.
Her zerre, gökten inen bir âyet gibi, imanına iman katıyordu.
***
[Herşeyin Hikâyesini Merak Eden Adam: Tefekkür Gezileri]