SON EKLENENLER
latest

25 Haziran 2022 Cumartesi

Yeryüzünde bahar

   

Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki, insanlar dönüp bakmaksızın onların yanından geçer giderler.
Yusuf Sûresi, 105

ÜMİT ŞİMŞEK

KOZANIN kapısını çaldı melekler.

“Dışarıda bir âlem var” dediler.

Kelebek kapıyı açtı, dünyaya çıktı.

Çiçekten kanatlarını kuruttu.

Sonra çiçeklere doğru uçtu.

Kelebek kanadının desenleri, o gün akşama kadar binlerce çiçeğin nakışlarıyla öpüştü. İlk defa kullanılan kanatlar ve ilk defa görülen çiçekler, ezelden gelen bir beraberliği kutladı.

Aynı sanatkârın boyasıyla süslenmiş yüzler, aynı rahmetin neş’esiyle çırpan kanatlan ağırladı, misafirlerine aynı kerem çeşmesinden şerbetler sundu.

Yapraklar ve kanatlar semâya açıldı. Melekler, kelebekler­den ve çiçeklerden Arşa dualar taşıdı.

“Bu tohumlan da birer çiçek yap, ey Hâlıkımız!”

“Bu güzel yüzlerle yeryüzünün yüzünü güldür, ey Rabbimiz!”


***


SEMÂDAN Cennete bakan gözler yeryüzüne çevrildi.

“Orada bir âlem var” dediler.

Tek bir dünya bahçesinin dirilişini, bir Cennetin yaratılışı gibi seyrettiler. Toprağın gülüşünü, iskeletlerin giyinişini, tır­tılların kanatlarla süslenişini gördüler. Hava zerrelerinde tesbihatların canlanışını dinlediler. Rahmetin ışık partikülleri, yağmur zerreleri şeklinde cisme bürünüp binlerce bahçeye seller gibi yağışına, hayat kılığında görünüp yapraklar ve ka­natlarla binlerce yerden ordular gibi fışkırışına şahit oldular. Dualarla yükselen ve cevaplarla inen melek ordularının uğultularını kehkeşanlardan işittiler.

O sırada çiçeklerin, kelebeklerin ve meleklerin arasında do­laşan bir kısım insancıklar yıllık enflasyon tahminleriyle uğ­raşıyor, gazeteler ve televizyonlar “dünyanın en önemli ha­berlerini” yetiştirmek için birbirleriyle yanşıyorlardı.

Görünen ve görünmeyen âlemlerin derinliklerinde ise, kâinatın en önemli gelişmeleri ânı ânına izleniyordu:

Yeryüzüne bahar gelmişti.

Toprak haşir müjdesiyle kabarmış, çekirdekler rahmetin şevkiyle çatlamış, kozalar hayat neş’esiyle delinmiş, Yer ve Gökler Rabbinin mühürleri yeryüzü semâsına kanatlarla nakşedilmeye başlamıştı.


***


ÇİÇEKTEN kanatlar, o gün binlerce çiçeğin nakışlarıyla bu­luştu. Resimler çekildi, dualar dinlendi, zikirler kayda geçti.

Günün ışıklarıyla beraber, kayıtlar da başka bir âlemin meclislerine kaldırıldı.

Çiçekler kapandı, kanatlar uykuya daldı.

Ama yarın—

Yarın yine güneş doğacak.

Kelebekler ve çiçekler yine uyanacak.

Melekler yine kozaların kapısını çalacak.

Hergün ve her bahar, bunlar tekrar tekrar yaşanacak.

Sonra, günün birinde, ansızın başka bir güneş doğacak.

İnsanlar bir haşir sabahında uyanacaklar.

Ve dünyanın onca “önemli gelişmeleri” arasında hangi ha­berleri kaçırmış olduklarını anlayacaklar!

— Hayat Meydan Okuyor’dan

22 Haziran 2022 Çarşamba

Huzura ve doyuma giden yol: çalışmak


*

Tüketim uygarlığı insanları az çalışıp çok harcamaya özendirdiği için, bir türlü hayata huzur getiremiyor. Huzurun ve gerçek mânâda doyumun anahtarı ise, kâinatın ve Kur’ân’ın kanunlarına itaatte.


İnsan için ancak çalışmasının karşılığı vardır.
Necm Sûresi, 53:39


ÜMİT ŞİMŞEK


MADDÎ ve manevî hayatımızın her ikisini birden ilgilendiren en kapsamlı kanunlardan biri bu âyet-i kerimede dile getirilmiştir. Kâinatta zaten tüm kapasitesiyle yürürlükte olan bu yasa, eğer kulak verilir ve gereği yerine getirilirse, insanlık âlemi için de huzur ve doyum yolunu açacak bir potansiyele sahiptir. Ne yazık ki, zamanımızın egemen anlayışı, şimdilik bu hakikatin oldukça uzağında görünüyor.

Bu âlem, herkesin ve herşeyin çalıştığı bir âlemdir. Burada canlı veya cansız herşey çalışır. Zerrelerden galaksilere kadar herşey her an çalışmakta ve bu çalışmasının sonunda birşeyler üretmektedir.

Canlılar dünyasında ise bu ilke daha da ayrıntılı ve göz kamaştırıcı işbölümleri şeklinde belirir. Bir karınca yuvası veya bir arı kovanı bu gerçeğin tipik bir nümunesidir. Aslında bu dünyanın kendisi de büyük bir karınca yuvasına benzer; orada bakterilerden balinalara kadar herkesin belirlenmiş bir görevi bulunur ve herkes bu görevi eksiksiz şekilde yerine getirir. Bu gezegen üzerinde soluk alıp vermenin böyle bir fiyatı vardır.

İnsan kendi bedenine baktığı zaman da aynı hakikatle karşılaşacaktır. O bedendeki yüz trilyon hücre, onca hücrenin meydana getirdiği dokular, organlar ve sistemler, gece gündüz demeden faaliyetlerine devam ederler. Eğer bir organ faaliyetine ara verecek olursa, beden de bir süre sonra ona verdiği hizmetleri geri çekmeye başlar. Çünkü bu âlemde olduğu gibi, bu bedende de herkes için ancak çalışmasının karşılığı vardır.

Sağlıklı bir toplum hayatının temelinde de aynı ilke yatar. Eğer bugünün toplumları, eriştikleri o kadar imkânlara rağmen aradıkları huzur ve doyumu bir türlü yakalayamıyorlarsa, bunun en önemli nedenlerinden biri, bu yasanın ihmalinden ibarettir.

“İnsan için ancak çalışmasının karşılığı vardır.” Bu yasa, bir üretim anlayışının ifadesidir ve insan için, bütün kâinatla uyum içinde, üretici bir rol öngörmektedir. Gelin, görün ki, günümüzün uygarlığı bu yaratılış kanununu ters yüz etmiş ve insana tüketici rolünü biçmiştir.

Tüketici rolünü benimseyen bir insanın önünde artık başarılacak hedefler, uğrunda azmedilecek idealler, alın teri dökerek elde edilecek kazançlar, insanlığın hizmetine sunulacak eserler değil; dönülecek köşeler, zahmetsizce erişilecek servet ve şöhretler, zamanın nasıl geçtiğini hissettirmeyecek eğlenceler vardır. Kur’ân’ın ve kâinatın yasalarında asıl olan çalışmadır; dinlenme ve eğlence onun arkasından gelir. Tüketim uygarlığının yasasında ise asıl olan tüketmek ve eğlenmektir; çalışmak gerekse bile ancak bu amaçlar için gerekli olabilir. Eğer hiç zahmetsizce bu hedeflere ulaşılabilecekse niçin olmasın? Nitekim medyanın hergün yüzlerce defa tekrarlayarak insanlara örnek olarak sunduğu hayat tarzları aynen böyle bir hedefi gösteriyor. Eskiden insanlar çalışıp çabalayarak zengin olmuş kimselerin başarı hikâyelerini okurlardı. Şimdi ise emek, yetenek ve beceriden daha başka özellikler sayesinde gündeme oturan, en az emekle en çok paraya kavuşan, az çalışıp çok tüketen ünlülerin hayatlarına dair ayrıntılarla günlerini ve gönüllerini dolduruyorlar. Çalışan insan yerine, eğlenen ve tüketen insan modeli, öylesine zihinlere ve ruhlara nakşedilmiş bulunuyor ki, en dindar olanlarımız bile bu modelin cazibesinden kendisini kurtaramıyor; bu dünyada nasıl bir iz bırakacağını düşünecek yerde, ondan nasıl kâm alacağını düşünerek ömür tüketiyor!

Kâinata meydan okuyan bu anlayışın insanlığa armağanı ise ortada:

Huzurdan ve doyumdan uzak bir hayat.

Belki maddî refah imkânlarından nasibimiz pek çok. Malımız ve paramız her zamankinden fazla. Ama ihtiyaçlarımız da öyle. Bu uygarlık, insana üç şey veriyorsa, karşılığında otuz şeye muhtaç ediyor. İnsanın çalışması bu kadarına yetmeyince, kolay yoldan köşe dönmenin çareleri araştırılmaya başlıyor. Bu ise tüm kâinatta geçerli olan “çalışma” ilkesine temelden ters düşüyor.

İşte, burada, insanın ihtiraslarına gem vuracak ve ona belki kanaat ve tevazu içinde, ama o derece de huzur ve doyum içeren bir hayatı kazandıracak formülü Kur’ân sunuyor:

“İnsan için ancak çalışmasının karşılığı vardır.”

21 Haziran 2022 Salı

Bizi böyle tüketici yaptılar



  

ÜMİT ŞİMŞEK

Her çağın revaçta olan kavram ve anlayışları vardır; bunlar, belirli bir süre hüküm sürer ve sonra yerlerini yeni kavram ve anlayışlara terk ederler. Bu yer değiştirmeler sırasında, iyilerle kötülerin de yer değiştirdiği olur. Bir zamanın iyisi daha sonra gelenler tarafından horlanıp yasa dışı ilân edilebileceği gibi, bir zamanlar kötü telâkki edilen anlayış ve davranışlar da başka bir zamanda genel affa uğrayıp geri dönebilir, hattâ baş tâcı bile edilebilir: “tüketim” kavramında olduğu gibi.

Tüketme fiili ve onun ihtilâtları, insan toplumlarında her zaman bir yer edinmiş olsa da, hiçbir zaman iyi bir şöhret sahibi olmamıştı. Hemen hemen her çağda ve her toplumda, bu kavramın zıddı olan üretim üstün bir değer olarak kabul görmüş; tüketim ise, üretileni ortadan kaldırmak, yani bir değer taşıyan ve çoğunlukla bir çaba sonucu ortaya çıkarılan iyi birşeyi yok etmek anlamına geldiği için, zihinlerde hoş çağrışımlar uyandırmamıştır. Zaten lisanımızda daha önceleri “tüketim” yerine “istihlâk” kelimesi kullanılırdı ki, bu kelimenin kökü de “helâk”e dayanmaktaydı. Helâkin ise, yok oluş mânâsına geldiğini ve çoğu zaman felâket anlamını da hissettirecek şekilde kullanıldığını biliyoruz. Yeni dilimizde ise bu fiilin ister ettirgen, ister edilgen hali olsun, bütün çağrışımları, tıpkı helâk gibi, bir yok ediş veya yok oluş, bir tahrip anlamı dile getirmektedir ki, içinde bu fiili barındıran bütün deyimler, daima olumsuzluk bildirecek şekilde düzenlenmişlerdir: gücü tükenmek, ömür tüketmek, sabrı tükenmek, kendini tüketmek, nefes tüketmek, ümidini tüketmek, tükenme tehlikesi, duygusal tükenme gibi. Bu filin olumlu bir anlam kazandığı bir yer varsa, o da, olumsuzluk eki aldığı durumlardır: bitip tükenmeyen güzellikler, tükenmez hazineler, tükenmez kalem gibi.

Gel gelelim, başka kavram ve telâkkilerin başına gelmeyen şey, geride bıraktığımız yüzyıl içinde bu kavramın başına geldi ve bütün çağların kara listesindeki tükenme fiili, aklandı, paklandı ve olumlu fiiller listesine yatay geçiş yaptı. Sonra yeni yerine de razı olmadı, başarı basamaklarını üçer beşer atlayarak listenin başlarında bir yere kondu, oradan modern insanın hayatına yön vermeye başladı. Bunun sonucu olarak, bizi tanımlayan özelliklerimiz arasında mesleğimiz, yaşımız, medenî halimiz gibi, bir de “tüketici” sıfatına sahip olmuş bulunuyoruz.

Tüketim fiili aklanarak Türkçemize farklı bir kapıdan giriş yaptığında, başka pek çok fiili de yerinden etti. Maalesef bu tüketim kurbanı fiillerin sayısı hakkında kesin birşey söyleyecek durumda değiliz; çünkü sayı durmadan artıyor ve yarın hangi kavramın kimvurduya gideceği önceden kestirilemiyor. Beslenme uzmanlarımızın ağzından “Süt için, sebze ve meyve yiyin” gibi sözleri en son ne zaman işittiğimizi hatırlamıyoruz. Artık onlar da modaya uyuyor ve “Süt tüketin; sebze ve meyve tüketme alışkanlığı edinin” diyorlar. Doktor, hastasına hergün bir elma tüketmeyi öğütlüyor. Bulmacalarda içme fiili, “ağız yoluyla akışkan sıvı maddeyi tüketme” şeklinde tanımlanıyor. Ve nihayet, çalışma ve seyahat etme özgürlüğü gibi, tüketme özgürlüğü de insan hakları arasına girerek yerini sağlama aldı.

Böylesine olumlu bir muhtevâya eriştikten sonra, tüketme fiiline sınırları dar gelir oldu ve tüketilemeyen şeyleri de yutacak şekilde yayılmaya başladı. Tükettiklerimizi nasıl olsa tüketiyoruz; tüketemediklerimizi de, onlar hakkındaki niyetimizi bâki tutmak suretiyle, “dayanıklı tüketim maddesi” olarak adlandırıyoruz. Düşünecek olursanız, bu, “canlı ceset,” “diriltilemeyen canlı,” “ısınmamış ateş,” “kuru su” gibi apaçık tezat içeren bir kavram; ama düşünmediğimiz için böyle bir çelişkinin farkına bile varmadan tüketim fiilinin bütün uzak ve yakın, meşru ve gayrımeşru akrabalarıyla birden gül gibi geçinip gidiyoruz. Ve biliyoruz ki, ne kadar dayanıklı olursa olsun, herşey bir tüketim maddesi ve onun önünde de iki seçenekten başkası yok: Ya tükenecek, ya tükenecek…

Bu kelime, evvelce olduğu yerden şimdi bulunduğu yere kendiliğinden geçmediği gibi, doğal bir gelişme sonucunda da gelmedi. Onu oradan buraya dilciler ve edebiyatçılar da taşımadı. Bu küresel değişim, “küreselleşme” kavramının da hayatımıza girmesinden çok önce, dünyanın bütün insanlarını ve bütün lisanlarını kapsayan bir operasyonla gerçekleştirildi. Ve Amerika’da, Avrupa’da, Afrika’da, Asya’da, uzak-yakın, gelişmiş-gelişmemiş, dost-düşman kim varsa, hepsi birden bu ortak sıfatı benimsedi—tabii, bu sıfatla beraber, kendilerine gösterilen hedefi de! Özetle:

Bazı insanların ellerinde satılacak malları vardı; ancak insanlar bunları almakta isteksizdi veya imkânları kısıtlıydı. Onlar da mallarını satmak için, dünyanın geri kalan kısmını, tüketmenin iyi birşey olduğuna inandırdılar.

— Sade Hayat’tan alınmıştır.


  

https://www.kitapyurdu.com/kitap/sade-hayat/388018.html


19 Haziran 2022 Pazar

Kokuların dünyası


 

ÜMİT ŞİMŞEK

KOKU, hayatın en esrarengiz gerçeklerinden biridir. O âleme girdiğinizde, ışıktan daha gizemli, uzak galaksilerden daha bilinmez, atom-altı parçacıklarından daha saklı bir dünyada bulursunuz kendinizi.

“Koku nedir?” diye sorsanız, bilim bir yığın koku molekülünün formülünü önünüze serer, ama kokuyu tarif edemez.

O binlerce koku formülünün basit bir “sınıflandırılmasını” isteyecek olsanız, ışık tayfında renkleri tek tek sayan, gökte yıldızları ve yerde zerreleri kataloglara geçiren bilim öylece kalır da ana kokuların dört tane mi, yoksa kırk tane mi olduğunu ayırt edemez.

İlim, burnunuzdaki koku alıcı hücrelerin milimetrekareye 40 bin tane düştüğünü söyler; ama “Bu hücreler bu kokuları nasıl tanıyor?” diye sormayın sakın. Çünkü bütün yapacağı, birbirinden tamamen farklı yedi sekiz tane teori üretip aralarında zar atarcasına tahmin yürütmekten ibaret kalacaktır.

Milyonlarca canlı türü arasında koku hadisesinin derinlemesine incelendiği türlerin sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Ama bu “derinlemesine” incelemenin içinde bile “Nasıl kokluyorlar?” sorusunun cevabı hâlâ yoktur.

Kısacası, kokular âlemi, yirmi birinci yüzyılın bilim dünyasının başlıca cehalet branşları arasında yer alır. Fakat bilgimiz ne kadar az olursa olsun, bir sorunun cevabı, o esrarengiz dünyanın bize bakan yüzünde açıkça yazılıdır:

Kokunun ne önemi var?


***


YERYÜZÜNDEKİ hayat için kokunun hayatî önemi vardır. Hayata kokuşmuş teorilerin arasından bakanlar bile bu gerçeği teslim etmekten kendilerini alamazlar. Çünkü canlı türlerinin büyük çoğunluğunun bu esrarengiz unsur vasıtasıyla dünyayı tanıdığı ve birbirleriyle haberleştiği biliniyor.

Balarısının petek gözleriyle 150 milyon kilometre uzaktan topladığı bilgileri tamamlayan ve işe yarar hale getiren, antenlerine yerleştirilmiş ve büyük çoğunluğu kokuları tanıyacak şekilde düzenlenmiş l milyon ana hücrenin okuduğu bilgiler ve çözdüğü şifrelerdir. Eğer çiçekler kokmasa yahut balarısı koklamayı bilmese, o olağanüstü bal makinesinden bir miligram bal çıkarmaya ne kimsenin gücü yeter, ne de böyle birşey kimsenin aklından geçerdi.

Bundan başka, anların bir de “kovan kokusu” var ki, bir balarısı toplumunun bireylerini birbirine bağlayan ve dünyadaki en göz kamaştırıcı toplumsal düzeni sağlayan sır burada yatar. Bu koku, gelmiş ve gelecek bütün balarısı cemiyetlerinden her birisi için ayrı ayrı takdir edilmiştir; her bir koku formülü, her bir kraliçenin eline, sadece kendi toplumuna mahsus bir şifre olarak verilir ve başka bir an toplumunda bir daha asla tekrarlanmaz.

Arılar gibi, binlerce karınca türünün ve hesaba gelmeyen böcek ve sineklerin sayısız toplulukları, yine kendilerine özgü kokularla birbirlerini tanırlar, yuvalarının ve besin kaynaklarının yollarını işaretlerler, tehlike halinde hava zerrelerini telefon telleri gibi kullanıp koku molekülleriyle birbirlerini alarma geçirirler.

Bir dişi pervanenin parfüm deposu, bir miligramın onda biri kadar kokuyu ancak alır. Fakat o minik depodan birkaç moleküllük bir kokuyu sürünmeyedursun: Kilometrelerce ötedeki yüzlerce erkek pervane o kokuyu alır, tanır ve birkaç saat içinde hepsi birden oraya doluşur! (Bu mesafenin 11 kilometreye kadar çıktığı deneylerle tespit edilmiştir.)

Birçok deniz yaratığında, yumurtaların ve spermlerin birbirinden tamamen bağımsız şekilde, ayrı ayrı hayvanlardan aynı zamanda suya bırakılmasında, yine o yaratıkların kendilerine ait kokuları bir haberci olarak vazife görürler.

Filin bir ağacı kökünden sökecek kadar kuvvetli ve kaba hortumundan en son beklenecek şey, bir tavşan burnunun duyarlılığıdır. Ama su söz konusu olduğunda, filin hortumu tavşanın burnunu da geride bırakır ve iki kilometre uzaktan bir su kaynağının kokusunu alır! Çünkü onun Rabbi, fili o ağır vücuduyla saatlerce su peşinde dolaştırmayacak kadar merhametli olduğu gibi, kokusuz suyu binlerce metreden ona koklatacak kadar hikmetli ve kudretlidir.


*** 


BİR YILAN BALIĞI 800 bin, bir tavşan burnu 100 milyon koku hücresi ister. İkisi de istediğini bulur.

Köpek balığı kanı, balarısı elma çiçeğini, fil suyu koklamak ister. Hepsi de istediğini kilometrelerce uzaktan koklar.

Dişi pervanenin süründüğü parfüm, erkek pervanenin antenlerinde uygun alıcılar ister. Milyonlarca türden sayısız çiçekler, renk renk kokularla çıkardıkları davetiyeleri okuyup anlayacak ve koşup kucaklarına atılacak âşıklar ister. Onlar da istediklerini her zaman bulurlar.

Biz kendi burnumuzla neyi nasıl kokladığınızı bilemezken, sayısız kokular ve sayısız canlılar arasında her an sayısız alışverişler böylece sürer, gider. Sayısız olasılıklar arasından daima en uygun olanları seçilir ve şifreli bir kasa kilidi gibi birbirine uyacak şekilde eşleştirilir. İşte, kokuların esrarengiz dünyasında sınırsız bir iradenin kokusu…


***


O SAYISIZ CANLILARIN içinden sadece bir balarısının antenlerine koku alıcılarını yerleştirmek için yeryüzünün bütün çiçeklerinin bütün kokularını tanımak, hepsinin molekül yapılarını tek tek ayırt etmek, sonra bu çiçekler arasından balarısının çalışmasına uygun olanlarını seçip onlara ait kokuların şifrelerini çözecek sistemleri icad etmek gerekir. İşte, o muammâlarla dolu kokular dünyasında, herşeyi herşeyle beraber gören, bilen ve yapan sınırsız bir ilim ve kudret kokusu…


***


HER BİR BALARISI KOVANI ve her bir karınca yuvası öyle bir koku ister ki, ne gelmiş ve ne de gelecek hiçbir kovanda ve hiçbir yuvada o kokunun bir benzeri bulunmasın. Onu da öyle birisinden ister ki, bütün kovanları ve bütün yuvaları birden görsün, hepsinin kokularını ayrı ayrı versin ve birini diğerine karıştırmasın. İşte, kokuların o harikulâde dünyasında arı kovanları ve karınca yuvaları sayısınca şahitleri olan bir ehadiyet kokusu…


***


 KOKU YAYAN her bir varlık ve koklayan her bir canlı, o sayısız davetiyeleri yerine ulaştıracak postacılar ister. Ve her bir hava ve her bir su zerresi, sanki kâinatın bütün kokularını tek tek tanıyormuşçasına, her bir kokuyu alır, gideceği yere götürür. Bir de bakmışsınız, denizlerden dağlara bulutlar taşıyan, ağızlardan kulaklara kelimeler ulaştıran aynı hava, aynı anda çiçeklerden böceklere kokular taşıyıp durmaktadır. İşte, kokuların ve havanın o mucizelerle dolu âleminde, bir unsuru bütün unsurların hizmetine koşturan bir vahdet kokusu…


***


KOKULAR HAKKINDAKİ cehaletimiz ne kadar derin olursa olsun, onun hakkındaki sorularımızı cevaplandırmakta bilim ne kadar âciz kalırsa kalsın…

Madde ile mânâ arasındaki yerini belirleyemediğimiz ve adetâ molekül cesedini giymiş bir ruh veya nûrânî bir varlık gibi karşımıza çıkan o esrarengiz varlığın bize açık seçik gösterdiği bir tek gerçek var:

Hayat tevhid kokuyor!