SON EKLENENLER
latest

23 Temmuz 2022 Cumartesi

Yoksul Müslümanların hatırı

  

Yoksullukları sebebiyle insanların değer vermedikleri mü’minlerin Allah katındaki değeri, 357. Kur’an Buluşmasının gündemindeydi.

İslâmın ilk yıllarında, Mekke’nin ileri gelen müşrikleri, etrafında yoksul Müslümanların bulunuşu sebebiyle Peygamberimizin yanına gelmiyorlar, bu suretle onların İslâma girme ihtimalleri kalmıyordu.

Bu konuyla ilgili olarak inen âyetlerde ise, her ne gerekçe ile olursa olsun yoksul Müslümanları yanından uzaklaştırmaması konusunda Resulullaha, onun şahsında da bütün Müslümanlara hitaben En’âm sûresinin 52-53. âyetlerindeki şu şiddetli ifadeler yer alıyordu:

Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek Ona dua edenleri yanından kovma. Ne onların hesabından sana bir sorumluluk vardır, ne senin hesabından onlara. Sakın onları kovup da zalimlerden olma.

Onları birbiriyle böylece imtihana uğrattık; onlar da “Aramızdan bunları mı Allah lütfuna lâyık gördü?” dediler. Şükredenleri en iyi bilen Allah değil mi?

Kur’ân-ı Kerimin diğer âyetlerini de dikkate almak suretiyle yaptığımız değerlendirmelerde özetle şu tesbitleri yaptık:

·         Allah katında değer ölçüsü, zenginlik olmadığı gibi fakirlik de değildir. Fakir olsun, zengin olsun, Allah’ın rızasına talip olan kimse, erişilebilecek en üstün şeye talip olmuştur.

·         Sabah akşam Rabbinin rızasını dileyerek Ona dua eden kimselerin iç dünyalarını kimse bilemez; kalblerde olanı ancak Allah bilir. Bakarsınız, dünyada kimsenin dönüp de yüzüne bakmadığı bir kimse âhirette Allah’ın rızasına erişmiş ve kelimenin tam anlamıyla sultan olmuştur. İnsan kimlerle beraber olduğuna, kimleri çağırıp kimleri kovduğuna dikkat etmeli.

·         Onlarla beraber bulunmayı kibirlerine yediremeyen dünyaca büyük mevki ve nüfuza sahip kimselerin – bilhassa Müslümanların son derece zayıf ve çaresiz halde var olma mücadelesi verdikleri bir zamanda – İslâma girmelerinden hayır beklemek “dünya hayatının tantanasını arzulamak” şeklinde nitelendirilmiştir.

·         Sabah akşam Rablerinin rızasını umarak Ona yakaran fukara takımının bu arzuları, mevki, servet, şöhret, itibar ve iktidar sahiplerinin İslâma getireceği faydadan çok daha değerlidir. Bu Allah katında böyle olduğu gibi Müslümanların hayatında da böyle olmalıdır.

Kur’an Buluşmalarının 357. bölümüne ait video kaydını şu adresten izleyebilirsiniz:

https://youtu.be/AIy1chZh6BQ

UTESAV organizasyonuyla düzenlenen Kur’an Buluşmaları 2013 yılından beri haftalık olarak devam ediyor. Pandemi önlemlerine kadar MÜSİAD Genel Merkezinde Cumartesi sabahları gerçekleşen Buluşmalar, Mart 2020’den bu yana YouTube’un Erdemli Hayat kanalından yayınlanıyor. Yaz dönemine mahsus olmak üzere, Kur’an Buluşmaları her ayın son Cumartesi günü 07:30-08:30 arasında yayınlanacak. Eğer yeni kısıtlayıcı önlemler devreye girmezse, Eylül’den itibaren de Buluşmalar daha önce olduğu gibi aynı saatlerde MÜSİAD Genel Merkezinde yapılmaya devam edecek.

22 Temmuz 2022 Cuma

Kâinatta ve Müslümanların hayatında rahmet ve adalet


   
Adalet ve merhamet hayatın iki temel kanunudur. Her ikisi birden var olduğu zaman hayat yaşanır hale gelir.


ÜMİT ŞİMŞEK

Adalet ve merhamet, birbirinden çok farklı, hattâ yer yer birbirine ters düşen iki kavram gibi gözükse de, İslâm inancı içindeki yerleri açısından ele alındığında, birbirinden ayrı düşünülmesi mümkün olmayan, bilâkis birbirini tamamlayan iki büyük hakikat olarak belirecektir. Ancak her ikisinin de kapsama alanları son derece geniş olduğundan, bir makale çerçevesinde bu hakikatleri çeşitli yönleriyle incelemenin mümkün olamayacağı aşikârdır. Bu bakımdan, biz de burada, bu iki büyük hakikatin yaratılış ile ödül ve cezada birbirini tekmil edecek şekilde tecellî edişi ile hayatımızdaki yansımalarına kısa bir şekilde göz atmakla yetineceğiz.

Âlemlerde rahmet

Kâinata, özellikle canlılar âlemine baktığımızda gözümüze çarpan en yaygın ve en muhteşem manzara, yavrular ile anne ve babalar olacaktır. Merhametin ve şefkatin en yoğun bir şekilde ve aklın almayacağı bir zenginlikle yaşandığı bu alan, yeryüzünün her köşesinde her an sayısız mucizelere beşiklik etmektedir. Yerin altında ve üstünde, denizlerin karanlıklarında, ormanların derinliklerinde, dağların tepelerinde her an yüz binlerce canlı türünün sayısız bireyleri hayata gözünü açmakta, gözünü açtığı anda da hemen başının üzerinde onun için hayatını hiçe sayarcasına bir fedakârlıkla kendisini koruyup kollayan, besleyip büyüten bir anne ve/veya baba bulmaktadır. Tek bir sözle özetlenecek olursa, hayat, bütünüyle, bu sayısız canlı fertlerinde sayısız kere sayısız tecellîlerini gösteren bir rahmet hakikati sayesinde var olup gitmektedir. Yavruların yumurtadan veya anne karnından çıktığını biliyoruz; ama onları ve anne-babaları birbirine bağlayan merhamet nereden çıkıyor? Bu, hayatın kendisi kadar merak edilmeye değer bir sorudur ve bunun tek bir cevabı vardır:

Yüce Allah yüz rahmet yarattı, bunun bir parçasını yeryüzüne indirdi. Mahlûkat, işte bu bir parça rahmet sebebiyle birbirine merhamet eder; hattâ, yavrulu hayvan, yavrumu ezerim korkusuyla ayağını yavrusunun üzerinden kaldırır. Geri kalan doksan dokuz rahmeti ise, Yüce Allah kendi katında alıkoymuştur; kıyamet gününde onu yüze tamamlayacak ve onunla kullarına rahmet edecektir.[1]

Allah gökleri ve yeri yarattığı gün yüz rahmet yarattı ki, o rahmetlerden her biri gökle yer arası kadardır. Bu rahmetlerden bir tanesini yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle anne yavrusuna, vahşi hayvanlar ve kuşlar da birbirine merhamet eder. Kıyamet günü geldiğinde bu bir parça rahmetle diğer rahmetleri tamamlayacaktır.[2]

Hayatta hükmeden bu hakikatin kaynağını merak ettiğimiz gibi, bunu bize açıklayan Elçinin kim olduğunu da merak etmez miyiz?

Onu bize gönderen, “âlemlere rahmet” olarak gönderdiğini söylüyor,[3] mü’minlere çok düşkün, çok şefkatli ve çok merhametli[4] bir elçi olduğunu söylüyor. O elçiyle beraber gönderdiği kitabı da “mü’minlere hidayet, şifa ve rahmet”[5] olarak niteliyor.

Kitap ise, kendisini indireni, geçmiş ve gelecek bütün rahmet müjdelerini taşıyan Rahmân ve Rahîm isimleriyle tanıtmaya başlıyor ve bu isimleri bütün sûrelerin başında tekrar tekrar bize hatırlatıyor.

İşte, rahmet hakikati hakkında ne söylenecekse, Âlemlerin Rabbi tarafından bizzat, kitabı ve elçisiyle bildirdiği, kâinatın ve hayatın sayısız dillerle bilfiil şahitlik ettiği şekilde ve istikamette söylenecektir.

Ya adalet?

Kâinatın ilk olarak var oluşunu rahmet hakikati açıklarken, yeniden yaratılışı açıklayan en önemli hakikatlerden biri de adalet hakikati olarak karşımıza çıkıyor. Bunu Kur’ân’dan öğreniyoruz:

Hepinizin dönüşü Onadır; bu, Allah’ın hak olarak verdiği sözdür. O, mahlûkatı önce yaratır, sonra da iman edip salih amel işleyenleri adaletle ödüllendirmek için onları tekrar diriltir.[6]

Eğer “Yeniden diriltiliş ve ödüllendirme İlâhî rahmetin eseri değil miydi?” diye merak edecek olursanız, acele etmeyin. Kur’ân, bir başka âyetinde de Allah’ın “iman edip salih amel işleyenleri lütuf ve ihsanıyla ödüllendireceğini” haber veriyor.[7]

Eğer rahmet ve adalet birbiriyle bağdaşmayan zıt kavramlar olsaydı, bu iki ifadeyi birbiriyle bağdaştırmakta epey güçlük çekerdik. Fakat İlâhî isimler ve sıfatlar bir şeyde tecellî ederken, birbirinin tecellîsini zenginleştirecek ve tekmil edecek şekilde tecellî ederler. Bu yüzden, biz bir canlının beslenmesini sadece rızık vermeden ibaret bir fiil olarak değil, rahmet, ihsan, lütuf, kerem gibi birçok sıfatın beraberce tecellî ettiği muhteşem bir yaratılış sahnesi olarak görürüz. Bir prizmada kırılan ışıkta bakış açımıza göre değişik renklerin ön plana çıkması gibi, bizim bakış açımız ve maksadımıza göre, İlâhî fiillerde de farklı isimleri ön planda görmemiz mümkündür.

Hem rahmet, hem adalet

İşte bu sebeple, “İman edip salih amel işleyenler adaletle mi, yoksa lütuf ve ihsanla mı ödüllendirilecek?” sorusunun doğru cevabı “Her ikisiyle birden” olmalıdır. Çünkü daha başka âyetlerden de anladığımıza göre, hiç kimseye bir haksızlık edilmeyecek, hiç kimsenin zerre kadar emeği zayi olmayacak, çalışan ile çalışmayan veya çok çalışan ile az çalışan kimse aynı muameleyi görmeyecektir.[8] Bütün bunlar, manzaranın adalet yönünü açıklar.

Diğer yandan, kötülük ancak misliyle cezalandırılır, hattâ bazı kötülükler kısmen veya tamamen affa uğrarken iyilikler kat kat ödüllendirilecek,[9] onun da ötesinde rıza-i İlâhî ve rüyetullah gibi İlâhî lütuf ve ihsanlar da fazladan bağışlanacaktır.[10] Şu farkla ki, adalet mü’min-kâfir ayırımı yapmaksızın herkesi kuşatmakta, ancak rahmetten, onu inkâr ederek dünya hayatını mühürlemiş olanların âhiret âleminde bir nasibi kalmamakta, daha doğrusu, onlar bütün nasiplerini, Kur’ân’ın da bildirdiği gibi, “dünya hayatında tüketmiş”[11] bulunmaktadırlar. Bundan da şu sonucu çıkarabiliriz:

Rahmet ve adalet birbirinin alternatifi olarak değil, birbirinin eserini tamamlayıcı şekilde tecellî eden hakikatlerdir. Sadece, hangi açıdan baktığımıza bağlı olarak, onlardan biri ön planda, diğeri ona tâbi olarak görünebilir, o kadar.

Bizim hayatımızda rahmet ve adalet

Bu tesbitlerden çıkaracağımız en önemli derslerden biri de şu olsa gerektir:

İlâhî isimlerin tecelliyatında beraberce eserini gösteren bu iki kavram, Esmâ-i Hüsnânın en üstün ve kapsamlı aynası olan insanın iradeli fiillerinde ve eserlerinde de hiçbir zaman birbirinden ayrı düşmemelidir. Yani, Müslüman, sadece adaletli veya sadece merhametli değil, hem adaletli ve hem de merhametli olmakla yükümlüdür; insanlığın ve imanın kemaline ancak bu suretle ulaşılır. Gerek Kur’ân-ı Kerimin, gerekse onu bize getiren Âhirzaman Peygamberinin (s.a.v.) irşadları bu yöndedir.

Âlemlerin Rabbi, bütün insanlığa hitap eden kitabına niçin Rahmân ve Rahîm isimleriyle başlar? Niçin bu isimlerini her bir sûrenin başında tekrarlar? Niçin “raûf ve rahîm” sıfatlarıyla nitelediği en sevgili kulunu kendisine elçi seçer de âlemlere rahmet olarak gönderir? İndirdiği kitabı niçin mü’minlere rahmet olarak indirir? İman eden kullara Resulünün selâmdan sonra ilk söyleyeceği sözün niçin “Rabbiniz kendisine rahmeti ilke edindi” olmasını emreder?[12] Apaçık bir irade eseri olan bu fiiller, Allah’ın herşeyi kuşatan rahmetini müjdelemenin yanı sıra, muhataplarını da fiillerinde bu ismin eserini göstermeye sevk etmiyor mu?

Zenginliğiyle şımarmış Karun’a öğüt verenler, “Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de insanlara ihsan et”[13] derken onu çok büyük ve şerefli bir rütbeye çağırıyorlardı. Evet, Allah ihsan eder, insan ise hem Allah’ın ihsanına mazhar olur, hem de Onun ihsanından kullara ihsanda bulunur. Allah affeder, kul hem Allah’ın affına mazhar olur, hem de Ondan öğrendiği gibi diğer kullara karşı affedici olur. Allah rahmet eder, kul hem Allah’ın rahmetine mazhar olur, hem de Onun kendisine bağışladığı merhametle diğer insanlara ve mahlûkata merhamet eder. Çünkü insan, Rabbinin Esmâsına hem mazhar, hem de muzhir olacak ve yeryüzünü bu iki türlü mazhariyetinin sonucu olan eserleriyle maddeten ve mânen süsleyecek şekilde yaratılmıştır.

Allah’ın insandan merhametli ve adaletli davranmayı istemesi de işte tam bu sebeptendir. Yer ve Gökler Rabbinin sınır konmamış istidatlara malik şekilde yarattığı insan nesli bu imtihan meydanında görmediği Rabbine görmüş gibi iman edecek ve Onun yere ve göklere serdiği imkânları Onun verdiği yeteneklerle kullanacak, maddî ve manevî eserler verecek, hükümranlıklar kuracak, dünyanın çehresini bir ölçüde değiştirecektir. Bütün bunlar, insanın bir cüz’î irade ile beraber bu imtihan meydanına gönderilmiş olması sayesinde mümkün olur. Cüz’î irade ise, hayır ile şer arasında tercih yapabilmeyi gerektirir; aksi takdirde kâinat dolusu meleklerin zaten mükemmelen yerine getirmekte oldukları görevlerin yanı sıra bir de insan neslinin yaratılmasında bir anlam bulunmazdı. Hayır ile şerrin serbest bırakıldığı bir dünyanın yaşanır hale gelmesi ise ancak adaletin ve merhamet duygusunun beraberce var olması durumunda mümkün olabilir; yekdiğerinin yokluğunda her ikisi de hedefini şaşırır ve lâyık olduğu hedefe yönelmeyen merhamet merhametsizliğe, adalet zulme dönüşür. Nitekim insanı bütün varlıkların üzerinde bir mertebeye taşıyacak ve Cennete lâyık hale getirecek olan özelliklerinin başında da adaletli ve merhametli olması gelmektedir. Bir hadis-i şerifte Cennetlikleri Cennetlik yapan üç özellikten ikisi adalet ve merhamet olarak sayılmıştır:

Cennetlikler üç kısımdır:
Âdaletli ve tevfike mazhar yönetici,
Bütün akrabasına ve Müslümanlara karşı merhametli ve rikkat-i kalp sahibi kimse,
Kalabalık ailesi olduğu halde haram kazançtan sakınan ve kimseden birşey istemeyen kimse.
[14]

İnsanlar merhametle emrolunurken, merhametsizliğin sonucu hakkında da son derece ciddî bir şekilde uyarılmışlardır ki, aslında bu sonuç da, yukarıda belirttiğimiz gibi, adaletin gereğidir:

Merhamet edenlere Rahmân da merhamet eder. Siz yeryüzü ahalisine merhamet edin ki göktekiler de size merhamet etsin.[15]

Merhamet edin ki merhamet olunasınız. Bağışlayın ki bağışlanasınız. Söz hunilerine [işittikleri güzel sözleri başkalarına aktarıp da kendileri nasiplenmeyen kimselere] yazıklar olsun; işledikleri şeyde bile bile ısrar eden ısrarcılara yazıklar olsun.[16]

İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez.[17]

Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.[18]    

Adalet nasıl zulme dönüşür?

Adalet konusuna gelince, daha Mekke döneminde, mü’minler hiçbir şeye hükmedecek güce sahip olmadıkları gibi topyekûn yok edilme tehlikesi ile karşı karşıya bulunuyorken, Kur’ân onları bir adalet eğitiminden geçiriyordu.

Böyle bir ortamda inen A’râf sûresinin bir âyeti Musa kavmine mensup adaletli bir topluluktan övgüyle söz ederken, bir başka âyeti de daha genel ifadelerle bu özelliklere sahip insanları model olarak mü’minlerin önüne koyuyordu.[19]

Yine Mekke dönemi âyetlerinden birinde Peygamberimize “Bana sizin aranızda adaleti gözetmem emredildi” demesi bildirilmişti.[20]

Mekke döneminde inen sûrelerden Nahl sûresinin bir âyetinde “adaleti emreden ve kendisi de dosdoğru bir yol üzerinde bulunan kimse”[21] model olarak gösterilirken, aynı sûrenin her Cuma günü hutbelerde dinlemekte olduğumuz bir başka âyetinde de adalet, Allah’ın emirleri arasında ilk sırayı alıyordu.[22]

Bu âyetlerin indiği dönemde zekât farz kılınmamış, içki yasaklanmamıştı. Ama zulüm o zaman da yasaktı ve insanlar adaletle emrolunuyordu. Bunun sebebi açıktır:

Tevhid gibi, iman gibi, adalette de mertebeler bulunmaz, azı-çoğu olmaz, tedric uygulanmaz. İman ya vardır, ya da yoktur; tevhid yoksa şirk vardır; adalet de adalet olarak var olabilir, derecelendirilmeye kalkılırsa daha az adalet halini almaz, doğrudan doğruya zulüm olur. Nitekim Arapçada “ezdad” adı verilen ve zıd anlamlarda kullanılabilen kelimelerden “adalet” ve “kıst” sözcüklerinin hem adalet, hem de zulüm anlamına gelecek şekilde kullanılmasında bu hakikat saklıdır:

Arapçada adalet anlamında kullanılan adl ve kıst sözcüklerinin “ezdad”dan olması, yani birbirinin zıddı olan iki anlamı içinde taşıması da oldukça ilginç ve dikkat çekicidir. Türkçede bugün adalet diye çevirdiğimiz adl ve kıst sözcükleri, Arap dilinde hem adalet, hakkaniyet hem de zulüm ve haksızlık anlamına gelmektedir. Bu iki sözcüğün etimolojik olarak böyle ikili bir içeriğe sahip olması adeta her söz ve davranışın bıçak sırtında olduğunu ve adalet olmadığı takdirde zulme kayabileceğini, bir bakıma denge durumunun dengeyi kaybetme potansiyelini içerdiğini ima etmektedir.[23]

Böylesine hassas bir şekilde korunmasının şart oluşu sebebiyle olsa gerektir ki, adalet, daha Mekke döneminde Müslümanların kodlarına işlenmiş, Medine döneminde de hem Nisâ, hem de Mâide sûrelerinde, Müslümanlar her türlü şart altında, hattâ kendileri haksızlığa maruz kalsalar dahi adaleti ayakta tutmakla emrolunmuşlardır.[24]

Yine bu sebeptendir ki, rahmeti inkâr eden yahut rahmetin mucebince davranmayan kişinin cezası rahmetten mahrumiyet olduğu halde, adaletten ayrılarak zulmeden kişi adaletten mahrumiyetle değil, yine adaletle karşılık bulur ki, o da inkâr ettiği rahmetten mahrumiyet demektir.

Adalet rahmetsiz, rahmet adaletsiz olmaz

Diğer taraftan, rahmet ve adalet de birbiriyle o kadar yakından ilişkilidir ki, bunlardan birinde ortaya çıkan problem zarurî olarak diğerini de etkiler. Merhamet duygusunun zayıfladığı topluluklarda adalet hedefini şaşırır ve adalet olmaktan çıkar; adaletin ihmal edildiği topluluklarda da merhamet lâyık olmayana yönelir ve merhamet olmaktan çıkar. Bununla birlikte, adaletin zayıflaması doğrudan doğruya zulme dönüşme anlamına geldiği için olsa gerektir ki, Allah’ın Resulü, İslâmda bozulmanın adaletten başlayacağını haber vermiştir:

İslâmın kulpları birer birer sökülecek. Bir kulp sökülünce insanlar ondan sonrakiyle uğraşacaklar. İlk sökülen kulp hüküm (adalet),[25] son sökülen de namaz olacak.[26]

İşte bu sebepten, bozulmakta olan bir toplumda ıslahata herşeyden önce adaletten başlamak gerekir. Aksi takdirde, sökülen kulpları tekrar yerine koymadan girişilecek tamir teşebbüslerinin fazla bir anlam taşımayacağı açıktır.


Bu sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


[1] Buharî, Edeb: 19; Müslim, Tevbe: 17-20.

[2] Müslim, Tevbe: 21.

[3] Enbiyâ, 21:107.

[4] Tevbe, 9:128.

[5] İsrâ, 17:82; Neml, 27:77.

[6] Yunus, 10:4.

[7] Rum, 30:45.

[8] Örnekler için bkz. Bakara, 2:281; Âl-i İmrân, 3:25, 162-163; Nisâ, 4:124; En’âm, 6:132; Yunus, 10:47; Kehf, 18:49; Sâd, 38:28; Zümer, 39:69; Câsiye, 45:22; Ahkaf, 46:19; Kalem, 68:35; Cin, 72:13.

[9] Bkz. Nisâ, 4:40; En’âm, 6:160; Neml, 27:89.

[10] Bkz. Âl-i İmrân, 3:15; Yunus, 10:26; Secde, 32:17.

[11] Bkz. Ahkaf, 46:20.

[12] “Âyetlerimize iman edenler sana geldiklerinde, sen onlara de ki: Size selâm olsun. Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazdı. Sizden kim bir cahillik edip de kötülük işler, sonra ardından tevbe eder ve durumunu düzeltirse, Onun çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olduğunu görecektir.” (En’âm, 6:54).

[13] Kasas, 28:77.

[14] Müslim, Cennet: 63.

[15] Ebû Dâvud, Edeb: 58.

[16] Buharî, el-Edebü’l-Müfred, no: 380; Müsned, 2:219.

[17] Buharî, Tevhid: 2; Müslim, Fedâil: 66.

[18] Buharî, Edeb: 18; Müslim, Fedâil: 65.

[19] Bkz. A’râf, 7:159 ve 181.

[20] Şûrâ, 42:15.

[21] Nahl, 16:76.

[22] Nahl, 16:90.

[23] H. Yunus Apaydın, “Adalet Nedir: Mahiyet ve Keyfiyet,” Bilimname XXX5, 2018/1, s. 459-476. İnternet adresi: http://isamveri.org/pdfdrg/D02237/2018_35/2018_35_APAYDINHY.pdf

[24] Bkz. Nisâ, 4:135; Mâide, 5:2, 8.

[25] “Hüküm” kelimesinin “adalet” anlamında kullanılışı için bkz. Sâd, 38:26.

[26] Müsned, 5:251; Müstedrek (Hakim), no. 7104; Sahih (İbni Hibban), no. 6715.


[1] Buharî, Edeb: 19; Müslim, Tevbe: 17-21.

[2] Enbiyâ, 21:107.

[3] Tevbe, 9:128.

[4] İsrâ, 17:82; Neml, 27:77.

[5] Yunus, 10:4.

[6] Rum, 30:45.

[7] Örnekler için bkz. Bakara, 2:281; Âl-i İmrân, 3:25, 162-163; Nisâ, 4:124; En’âm, 6:132; Yunus, 10:47; Kehf, 18:49; Sâd, 38:28; Zümer, 39:69; Câsiye, 45:22; Ahkaf, 46:19; Kalem, 68:35; Cin, 72:13.

[8] Bkz. Nisâ, 4:40; En’âm, 6:160; Neml, 27:89.

[9] Bkz. Âl-i İmrân, 3:15; Yunus, 10:26; Secde, 32:17.

[10] Bkz. Ahkaf, 46:20.

[11] “Âyetlerimize iman edenler sana geldiklerinde, sen onlara de ki: Size selâm olsun. Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazdı. Sizden kim bir cahillik edip de kötülük işler, sonra ardından tevbe eder ve durumunu düzeltirse, Onun çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olduğunu görecektir.” (En’âm, 6:54).

[12] Kasas, 28:77.

[13] Müslim, Cennet: 63.

[14] Ebû Dâvud, Edeb: 58.

[15] Buharî, el-Edebü’l-Müfred, no: 380; Müsned, 2:219.

[16] Buharî, Tevhid: 2; Müslim, Fedâil: 66.

[17] Buharî, Edeb: 18; Müslim, Fedâil: 65.

[18] Bkz. A’râf, 7:159 ve 181.

[19] Şûrâ, 42:15.

[20] Nahl, 16:76.

[21] Nahl, 16:90.

[22] H. Yunus Apaydın, “Adalet Nedir: Mahiyet ve Keyfiyet,” Bilimname XXX5, 2018/1, s. 459-476. İnternet adresi: http://isamveri.org/pdfdrg/D02237/2018_35/2018_35_APAYDINHY.pdf

[23] Bkz. Nisâ, 4:135; Mâide, 5:2, 8.

[24] “Hüküm” kelimesinin “adalet” anlamında kullanılışı için bkz. Sâd, 38:26.

[25] Müsned, 5:251; Müstedrek (Hakim), no. 7104; Sahih (İbni Hibban), no. 6715.

19 Temmuz 2022 Salı

Bir küçük tecellî


 

ÜMİT ŞİMŞEK
 

Güneşe bakılmaz.

Onu her gün biz üstümüzde görürüz.

Doğarken ve batarken, ve ikisi arasında gökte süzülürken görürüz.

Fakat ona bakamayız.

Çünkü birkaç dakikalığına olsun çıplak gözle güneşe doğrudan bakmak, gözü gözden çıkarmak mânâsına gelir.

Gerçi güneş, kâinattaki trilyonlarca yıldızdan, orta çapta bir yıldızdan başka birşey değildir. Ondan büyük ve ondan parlak daha nice gök cisimleri vardır uzayda.

Üstelik güneş, 150 milyon kilometre uzağımızdadır.

Fakat o haliyle ve o uzaklığıyla bile, göz onun bir tecellîsini kaldırmaz.

Ona bakmak için, ya koyu bir camı gözümüze siper etmek gerekir, ya da astronomların yaptığı gibi, onun görüntüsünü bir perde üzerine aksettirmek.

Her iki halde de, tecellînin zayıflatılması ve bizim tahammül edebileceğimiz bir seviyeye getirilmesi gerekir.

  

***

  

Güneş de bir başka tecellînin perdesinden başka birşey değildir.

Onda, trilyonlarca güneşi bir emirle yoktan yaratan bir kudretin eseri görünür.

Ama kendi çapınca ve bizim görebileceğimiz bir seviyede gösterir o tecellîyi güneş.

  

***

Bir çiçek, başka bir tecellînin perdesidir.

Onda, gökleri yıldızlarla, yerin altını ve üstünü renk renk varlıklarla süsleyen bir münezzeh güzelliğin parıltısı görünür:

Ama kendi çapınca ve bizim görebileceğimiz bir seviyede gösterir o tecellîyi çiçek.

 

 

***

 

Bir yavru, bir anne, yahut varlıklar arasındaki bir şefkat belirtisi, bir başka tecellînin perdesidir.

Ona, bir tecellîsiyle bütün anneleri ve yavruları birden kuşatan, bir parıltısıyla kullarını bir sevgi ve merhamet deryası içinde yaşatan bir sınırsız rahmetin eseri görünür.

Onlardan her biri, kendi çapınca o tecellîyi gösterir.

Manzaranın bütünü ise, görülemeyecek, görülse bile bakılamayacak, bakılsa bile kuşatılamayacak kadar parlak bir tecellîyi önümüze serer.

  

***

 

Göz, o tecellîlerden küçücük nümuneler görür seyrettiklerinde.

Hayal, manzaranın kalan kısmını tamamlar.

Ve o pencereden bakar kalb.

Bakar ve her bir eserde, gökleri ve yeri kuşatan bir tecellî bulur.

Her bir eser, bir münezzeh güzelliğin habercisi olur.

Her bir varlık, o münezzeh güzelliği anlatır kendi diliyle.

Diller dillere eklenir.

Ve kâinat dile gelir sayısız lisanlarla.

Onu anlatır insana.

Ve insan, bir varlıkta bir kâinatı seyreder, bir kâinatı dinler.

18 Temmuz 2022 Pazartesi

Moral veren haberler


 

Peygamberlerin haberlerinden senin kalbine sebat verecek ne varsa Biz sana anlatıyoruz. Bu kitapta da sana hakkın tâ kendisi, mü’minler için bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir.
Hûd Sûresi, 11:120

ÜMİT ŞİMŞEK

KUR’ÂN-I KERİMİN kıssaları, içerdikleri pek çok dersin yanı sıra, inananlar için büyük bir güç kaynağı teşkil ederler.

O kıssalar, herşeyden önce, hakkın tâ kendisidir, tümüyle yaşanmış gerçeklerdir. Onlarda hiçbir kuşkuya yer yoktur. Onun için, o kıssaları okuyanlar, herhangi bir tereddüde kapılmaksızın, kendilerini bu dünyada yaşanmış gerçek olayların içinde bulurlar.

Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, Kur’ân’ın bize anlattığı bu gerçek dünya ile bizim yaşadığımız hayat arasında ciddî farklılıklar vardır. Bunun sebebi ise, Kur’ân’ın ve bizim olaylara bakış açılarımız arasındaki farklılıktır.

Biz, zamanın ve mekânın son derece dar bir aralığından dünyayı seyrederiz. Sınırlarımız, bulunduğumuz yer ve yaşamakta olduğumuz andan ibarettir. Bu memleket, bu şehir, bugün, bu dakika—işte bizim dünyamız bu kadar dar bir alana hapsolmuştur.

Lâkin bu küçük ve dar dünya, bize bütün bir âlem olarak görünür. Sanki bulunduğumuz mekândan başka bir yer yokmuş, sanki bütün zaman bizim yaşadığımız andan ibaretmiş ve hiç bitmeyecekmiş sanırız. Onun için küçük olaylar gözümüzde büyür. Pek yakın bir gelecek, gözümüze uzak görünür. Başımıza gelenler, iyi de olsa, kötü de olsa, bize hiç bitmeyecekmiş gibi gelir. Bu yüzdendir ki, iyi günlerimiz bizi gaflete sürükler, kötü günlerimiz de karamsarlığa iter.

Kur’ân’ın bakış açısı ise ezelîdir. O, bir hadiseyi ele aldığı zaman, onu geçmişi ve geleceğiyle, bütün sebep ve sonuçlarıyla birlikte görür ve gösterir. Birkaç yıllık bir ömür bize hiç son bulmayacakmış gibi görünürken, Kur’ân, Nuh Aleyhisselâmın kavmi içinde geçirdiği 950 seneyi birkaç cümlede özetler. Oysa o ömür içine nice hadiseler, çileler, meşakkatler sığmıştır.

Birkaç dakika içinde okuyup geçiverdiğimiz Mûsâ Aleyhisselâmın kıssasında da nice yılların olayları, nice gözyaşları, nice eziyetler, nice çabalar, nice sınanmalar vardır. Kur’ân bize bütün bunları bir arada anlattığı için, o yaşanmış olaylar gözümüzde büyümüyor. Büyücülerle karşılaşmanın heyecanını yaşamıyoruz; çünkü sonucu biliyoruz. Büyücülerin iman ettikten sonra başlarına gelenler de bizi fazla üzmüyor; çünkü onların ıztıraplarının artık dinmiş ve Allah’ın rahmetine kavuşmuş olduklarını biliyoruz. Denizin yarılması gibi müthiş bir hadisenin öncesinde mü’minlerin neler yaşadıklarını, nasıl bir ümitsizlik ve çaresizlik içinde bocaladıklarını da pek düşünmüyoruz; çünkü maceranın sonu, bizim bulunduğumuz yerden açıkça görünüyor.

Şimdi bir düşünelim:

Bu hadiselerden herhangi birinin yaşanmakta olduğu yerde ve zamanda bulunsaydık, bu kadar rahat olabilir miydik? Sonucunu henüz gözümüzle görmediğimiz o maceralar bize hiç bitmeyecekmiş gibi görünmez miydi?

Veya şöyle de düşünebiliriz:

Bizim yaşamakta olduğumuz hayata da böyle bir bakış açısından bakabilseydik, ne görürdük? Bize hiç bitmeyecekmiş gibi görünen günlerin ve yılların gerçek hayat ve gerçek zaman içinde işgal ettiği yer ne kadardır?

Yaşadığımız hayata Kur’ân’ın ışığında baktığımız zaman bu soruya son derece rahatlatıcı bir cevap buluruz. İşte, Kur’ân’ın bir mü’mine kazandırdığı en önemli şeylerden birisi de böyle bir zaman genişliğidir. Bu bilinci en etkili bir şekilde bize yaşatan da, Kur’ân’ın baştan sona gerçeklerden ibaret olan kıssalarıdır.

Bu kıssalar sayesinde biz bir kısacık an içinde boğulmaktan kurtuluruz. Yaşadıklarımızı, geçmiş ve geleceğiyle beraber, bütün sonuçlarıyla birlikte görmek ve değerlendirmek imkânına kavuşuruz.

Hayatımızı dolduran mücadelelerin kısır çabalardan ibaret kalmadığını görür, onların Hz. Âdem zamanından beri devam eden bir silsile içinde yer aldığını, ebedî sonuçlar veren bir hakikate dayandığını görürüz.

Allah için söylenen bir söz, Allah için atılan bir adım, Allah için çekilen bir çile, Kur’ân’ın bize rehber olarak gösterdiği büyük insanların büyük dâvâlarıyla beraber ebediyete mal olur. Cismimiz bu dünyanın küçük bir yerinde, zamanın dar bir aralığında bulunsa da, ruhumuz Kur’ân’ın bize gösterdiği sonsuzluk âleminde teneffüs eder.

Kur’ân’ın haberleri, kalplere işte böylesine sebat verici haberlerdir. Eğer ibret gözüyle bakılırsa, bu haberler içinde gerçekten büyük öğütler ve hatırlatmalar bulunur.