SON EKLENENLER
latest

29 Temmuz 2022 Cuma

İtaat maruftadır

   

Resulullahın tayin ettiği komutana itaat ile emrolunmuşlardı. Ancak onlar itaat etmediler. Resulullah da onların bu tavrını isabetli buldu.

 

Resulullah’ın (s.a.v.) komutan tayin ettiği ve “İtaat edin” diye de ayrıca tenbih buyurduğu bir Sahabîye, emrindeki diğer Sahabîler bir konuda itaat etmediler.

Halbuki onu Resulullah bizzat tayin etmişti.

Ayrıca “Ona itaat edin” diye de emretmişti.

Buna rağmen Sahabîler ona itaat etmediler.

“Resulullah tayin ettiğine göre bir bildiği vardır” diye düşünmediler. Böyle birşey akıllarına bile gelmedi.

Çünkü Resulullah, kendisinin de gaybı bilemeyeceğini onlara iyice belletmiş, hattâ “Aramızda yarın ne olacağını bilen bir peygamber var” meâlinde şiir düzenleri bundan kesin şekilde men’ etmişti. Bu durumda, onun tayin ettiği bir kimsenin bu görevi sırasındaki her hükmünün hak, her emrinin meşru olacağına dair bir garanti söz konusu olamazdı.

Olay Resulullaha intikal ettiğinde, Sahabîlerin itaatsizliklerini tasvip etmekle kalmadı, itaat etmeleri halinde çok elîm bir âkıbete uğrayacaklarını da onlara haber verdi.

Böylece, kıyamete kadar bütün ümmetinin kulağına küpe olacak bir dersi bu hadise vasıtasıyla ümmetine öğretmiş oldu. (“Ümmetinin fertleri bunu ne kadar öğrendi?” sorusunun cevabı ise ayrı bir konu teşkil ediyor.)

Buharî ve Müslim’in her ikisinin de ittifakla naklettikleri bu hadiseyi, kaynağından okuyoruz:

Resulullah (s.a.v.) sefere bir müfreze göndermiş, Ensardan birisini de komutan tayin etmiş ve “Ona itaat edin” buyurmuştu.

Komutan askerlere bir sebepten dolayı kızdı ve “Resulullah bana itaat etmenizi emretmedi mi?” diye sordu.

“Evet, emretti” dediler.

“Öyleyse size odun toplayıp yaktıktan sonra ateşe girmenizi emrediyorum”dedi.

Odun toplayıp tutuşturdular. Ateşe girmeye niyetlendikleri sırada içlerinden bazıları birbirine bakarak “Biz ateşten kaçtığımız için Resulullaha tâbi olduk; ateşe niye girelim?” dediler.

Onlar böylece tartışırken ateş kendiliğinden söndü, komutanın öfkesi de dinmiş bulundu.

Bu hadise Resulullaha naklediğinde buyurdu ki:

“Eğer o ateşe girmiş olsaydılar ebediyen ondan çıkamazlardı. İtaat ancak maruftadır.”

Buharî, Ahkâm: 4; Müslim, İmâre: 39

25 Temmuz 2022 Pazartesi

Oyuncak toplama yarışı

 

Ömrümüzden iki ay kaldığını bilseydik, hiçbirimiz bunu bir koltuk takımıyla değiştirmeye razı olmazdık. Ama biz bundan daha da kötü tercihleri bilinçsizce yapıp duruyoruz.

ÜMİT ŞİMŞEK

Bütün insanların ortak bir özelliği varsa, o da sermayeleridir. Kim ne yapacak olsa veya neye sahip olmak istese, o sermayeden harcar. Onu harcamayıp bir köşede biriktirmek de kimsenin elinden gelmez. Fark eden, bu sermayenin ne kadarını nereye harcadığımızdır. Lâkin çoğu zaman onu nereye harcadığımızın değil, harcamakta olduğumuzun bile farkına varmadan tüketiveririz.

Bu sermayemiz, ömrümüzden başka birşey değildir. Kulağa pek hoş gelmeyebilir; ama acı gerçek şu ki, yaşamak için vazgeçilmez derecedeki temel ihtiyaçlarımızı bir yana bırakırsak, biz ömrümüzün çoğunu eşya için harcarız. Çünkü eşya için verdiğimiz parayı kazanmak için ömrümüzün saatlerini, günlerini, aylarını, hattâ yıllarını bozdurmuşuzdur. Elimize kalemi ve kâğıdı alıp da bunun hesabını yapmaya kalksak, ürkütücü sonuçlarla karşılaşabiliriz. Meselâ:

Aylık 1000 lira gelire sahip bir kişi 1500 lira verip de bir koltuk takımı aldığı zaman, bunun insan ömrüne yansıması, bir buçuk aylık çalışmaya denk gelen zamandır. Bir başka deyişle, o kimse, bir buçuk aylık ömrünü koltuk takımı için yaşamış yahut harcamış demektir. Araba, ev gibi alışverişlerde bu maliyet yıllara kadar yükselir. Nihayet sahip olduğumuz ve olmaya çalıştığımız her türlü eşyanın maliyetini üst üste koyduğumuzda, sermayeyi peşin olarak tüketmiş bulunduğumuzu bile fark edebiliriz.

Bu durum, ilk bakışta, gelir seviyesi yüksek olanların lehine görünebilir. Eğer onlar dar gelirlilerin sahip olabildiği eşya ile yetinselerdi, hiç şüphesiz, bu tahmin doğru çıkardı. Çünkü onlar aynı miktarda parayı kazanmak için ömürlerinin daha az kısmını bozdurmak zorundadırlar. Gelin görün ki, harcama eğilimindeki artış, hiçbir zaman gelir seviyesindeki artışın gerisinde kalmaz. Ve kişinin geliri arttıkça, hattâ artma ihtimali ufukta görünür görünmez, aldığı eşyaların da hem fiyatı, hem sayısı, üçer beşer katlanmaya başlar. Zira çağdaş hayatın standartları içinde insanın değer kazanması için gösterişli şeylere sahip olması ve gösterişli harcamalar yapması gerekir. Çünkü çağdaş hayat modeli bizim kendimizde bir değer bulmaz; onun için, bize güya değer kazandıracak şeyleri satmaya çalışır.

Fakat bu satışların sonu bir türlü gelmez. Ne kadar çok eşya alırsak, o kadar çok deniz suyu içmiş gibi, tüketim hararetimiz daha da artar. Zira hayalimizdeki elbiseyi, mobilyayı, arabayı, evi alınca huzur ve mutluluğu yakalayacağımıza inandırılmışızdır. Oysa bize mutluluğu getirecek olan şeye henüz yaklaşmışken, aradığımız şey bizden daha uzaktaki başka birşeyin ardına gizlenir. Fakat ömür tükenmeden ümit tükenmez. Biz her seferinde bir köşe daha dönünce huzura kavuşacağımızı hayal ederek bize pazarlanan şeylerin peşinde koşarız. Böylece, yolumuzun üzerindeki eşyaları toplaya toplaya birgün gerçekten “huzura” kavuşuveririz!

Sade hayat akımının savunucularından Joe Dominguez ile Vicki Robin, bu durumu oyuncak toplama yarışına benzetiyor ve oyunun kuralını “Kim daha fazla oyuncakla ölürse o kazanır” şeklinde özetliyor. Bu gerçeğin Kur’ân’daki ifadesi ise pek keskindir:


“Şunu bilin ki, dünya hayatı bir oyundan, bir eğlenceden, bir şatafattan, aranızda bir övünmeden, mal ve evlât yarışından ibarettir. O bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ekin çiftçilerin hoşuna gider; sonra kuruyuverir de onu sapsarı görürsün. Sonra saman olur gider. Âhirette de çetin bir azap, bir de Allah’tan bağışlanma ve hoşnutluk vardır. Dünya hayatı ise aldatıcı bir menfaatten başka birşey değildir.” (Hadîd Sûresi, 57:20.)


Ömrümüzden iki ay kaldığını bilseydik, hiçbirimiz bunu bir koltuk takımıyla değiştirmeye razı olmazdık. Çünkü biz ömrümüzün son kısmı hakkında o kadar cömert davranmayız. Bugünkü hovardalığımızın sebebi, kendimizi ömrümüzün başlarında hayal etmemizdir. Yirmisinde de olsak, yetmişinde de olsak, bu özelliğimiz değişmez. Nasıl olsa şu eşyayı alınca mutluluğu yakalayacak, ondan sonra da sonsuza kadar yaşayacak değil miyiz?

Gökdelenin tepesinden atlayan kişi on sekizinci katın hizasından geçerken, pencere kenarında duranlar, “Şu âna kadar herşey yolunda” dediğini işitmişler. Yirmi otuz sene daha yaşamayı umanlara, bu birkaç saniyelik iyimserlik pek gülünç geliyor. Ya ebediyet tarafından bakanlar için bizim dünya hayatı hakkındaki iyimserliğimiz nasıl görünüyor acaba?

Üstelik biz düşerken etraftan birşeyler toplamaya çalışıyoruz.

24 Temmuz 2022 Pazar

Bağışlanmayan suç

 

Allah size kendinizden bir misal verdi:

Elinizin altındaki köle ve hizmetçilerinizden, size verdiğimiz rızka ortak olup da sizinle eşit hale gelebilecek ve birbirinizi sayar gibi sayacağınız kimseler olur mu?

Akıl eden bir topluluk için âyetleri Biz böyle açıklıyoruz.


ÜMİT ŞİMŞEK


KISACA “şirk” kelimesi ile ifade ettiğimiz “Allah’a ortak koşma” eylemi, üzerinde pek büyük bir hassasiyetle durulması gereken bir konudur. Zira Yüce Allah, tövbe edilmediği takdirde, bu günahı asla bağışlamayacağını Kur’ân’da açıkça bildirmiştir. Bununla birlikte, günlük hayatta, çoğu zaman farkında bile olmadan, dolaylı veya dolaysız şekilde, Allah’a imanımızın saflığını bozacak ve bu imana şirk kırıntıları bulaştıracak şekilde telkinlere maruz kalabiliyoruz. Göklerde ve yerde, bütün âlemlerde, büyük küçük, gizli açık herşeyi her haliyle kuşatan İlâhî egemenliğe kayıtsız şartsız iman etmekle yükümlü olduğumuz halde, bir de bakmışız, o egemenlik çeşitli sebepler arasında parça parça edilip bölüştürülmüş, bu parçalardan kimi dünyaca büyük kişilere, kimi tabiata, kimi tesadüfe, kimi yıldızlara, kimi de daha başka şeylere yakıştırılmış gitmiştir.

Daha da önemlisi, böyle bir paylaştırmanın ne kadar büyük bir suç teşkil ettiğini fark edemeyişimizdir. Allah nasıl olsa herşeyin yegâne hakimi değil mi? Yeryüzündeki biz âciz ve fâni kullardan bir kısmı, Onun mülkünden bir kısmını şuna veya buna yakıştıracak olsa, bunun Allah’a ve Onun egemenliğine ne zararı olabilir? Dünya dolusu günahları bağışlayan Allah, bir kulunun ağzından çıkan önemsiz bir sözü niçin bağışlamaz da “Kulum Bana şirk koştu” diyerek cezalandırır?

Zaman zaman da Allah’a bir olarak inanmak ile Ona ortak koşmak arasında bir fark görmeyen itirazlarla karşılaşırız: “Canım, din adamı Allah der, bilim adamı da doğa veya sebepler yahut kanunlar der; ikisi de aynı şeyi kasteder” gibi…

Hayır, ikisi de aynı şeyi kastetmez. Gerçi ikisi de yaratma kudretine sahip bir varlıktan söz eder. Ancak  bunlardan birincisinin kastettiği, Yer ve Göklerin Yaratıcısıdır; diğeri ise Onun yarattıklarından birini veya bir kısmını kasteder ve Allah’ın sıfatlarını ve mülkünü onların arasında paylaştırır. Gariptir ki, Allah’ın mülkü hakkında pek cömert davranan ve onu Allah’ın yarattıkları arasında hiç umursamaksızın dağıtıveren kullar, kendilerine ait şeylerin başkalarına peşkeş çekilmesi karşısında hiç de hoşgörülü değillerdir.

Bir sabah size ait işyerinize geldiğinizde şöyle bir manzarayla karşılaştığınızı düşünün:

Bekçi, kulübenin etrafını çevirmiş, orayı kendi mülküne dahil etmiş. Çaycı, çay ocağının bağımsızlığını ilân etmiş. Sekreterler kendi bölümlerinin, odacılar koridorların, memurlar kendi odalarının patronu olup çıkmışlar. Gerçi sizin asıl büyük işveren olarak kalmanıza bir itirazları yok; size saygıda kusur da etmiyorlar. Ancak bir şartla: “Burada bizim de ortaklığımız var” diyorlar. Halbuki sahiplendikleri şeyi elde etmek için ne bir masraf yapmış, ne bir çaba harcamışlardır.

Yahut, hizmetçinizin, bir sabah karşınıza dikilip “Bu evde benim de hakkım var” diyerek kendisine düşen payı istediğini düşünün.

Veya size ait bir tablonun, bir bestenin, bir kitabın üzerinde, sizin imzanızın yanı sıra, sizin memurlarınızın da “eser sahibi” olarak imza atmış olduğunu farz edin.

Dünyada böyle birşeyi kabullenebilecek kimse var mıdır?

İşte, âyet-i kerime, “şirk” dediğimiz hadisenin içyüzünü, bize, kendimizden örnek vermek suretiyle böyle açıklıyor: “Elinizin altındaki köle ve hizmetçilerinizden, size verdiğimiz rızka ortak olup da sizinle eşit hale gelebilecek ve birbirinizi sayar gibi sayacağınız kimseler olur mu?”

Şunu da dikkatten uzak tutmayalım: Bizim paylaşmaya razı olmadığımız şey, gerçekte kendi mülkümüz değil, bu dünyada geçici bir süre kullanımımıza sunulmuş bir emanetten ibarettir. Bu emaneti kendileriyle paylaşmaya razı olmadığımız kimseler de bizden farkı olmayan, bizim gibi etten ve kemikten yapılmış insanlardır.

Allah’ın mülkü ise, hiç yoktan yaratılmış gökler ve yer gibi bir âlemdir. Üzerinde nefes alıp verdiğimiz şu gezegene bir bakın: Tavanı inci gibi yıldızlarla bezenmiş, tabanına rengârenk halılar serilmiş, her köşesi bir cennet bahçesi gibi süslenmiş, milyonlarca tür canlı ile şenlendirilmiş; konuklarının önüne her mevsim, her gün, her saat sayısız ziyafet sofraları serilen bir dünyanın yaratılmasında hangi sebebin, hangi yıldızın, canlı veya cansız hangi varlığın payı vardır?

Böyle bir dünyanın üzerinde her an Rabbinin nimetlerinden incelerine erişmekte olan insana, bu âlemin bir kısım varlık ve olayların Allah’a ortak koşmak yaraşır mı? Esas itibarıyla kendisine ait olmayan emanet malını kendisinden farkı olmayan kullar arasında paylaşmaya razı olmayan insan, Allah’ın kendi mülkünü, yine o mülkün bir parçası olan yaratıklar arasında bölüştürmeyi nasıl olur da küçük bir kusur gibi görüp geçiştirir?

Âyet-i kerime, işte bu noktada bizi ciddî ve derin bir tefekküre davet ediyor; akıl eden kimseler için Allah’ın âyetlerini işte böyle açıklıyor:

Allah size kendinizden bir misal verdi:

Elinizin altındaki köle ve hizmetçilerinizden, size verdiğimiz rızka ortak olup da sizinle eşit hale gelebilecek ve birbirinizi sayar gibi sayacağınız kimseler olur mu?

Akıl eden bir topluluk için âyetleri Biz böyle açıklıyoruz.