SON EKLENENLER
latest

20 Ağustos 2022 Cumartesi

İlk nesillerin Kur'ân'a bakışına kısa bir bakış


***

 

Sahabenin Kur’ân’ı anlama konusundaki hassasiyeti o derecede idi ki, hafızlığa olan rağbetin bile buna engel olmasından endişe edebiliyorlardı.

 

ÜMİT ŞİMŞEK

– 1 (Kitapta 5. bölüm) –

 

Bediüzzaman, Sözler adlı eserinin 33’üncü Sözünde, okuyucuyu varlık âleminin bütün tabakalarında, Kur’ân âyetlerinin ışığında engin bir tefekkür seyahatine çıkarır ve otuz iki ayrı pencereden çeşitli manzaraları onun gözleri önüne serer. Sonra, Otuz Üçüncü Pencerede, bütün bu pencerelerin mânâsını şu cümle ile hülâsa eder:

“Bütün geçmiş Pencereler, Kur’ân denizinden bazı katreler olduğunu düşün; sonra Kur’ân’da ne kadar âb-ı hayat hükmünde olan envâr-ı tevhid var olduğunu kıyas edebilirsin.”

Bir Risale-i Nur okuyucusunun böyle bir ifadeyle karşılaştıktan sonra hemen Kur’an başına geçerek bu doyumsuz tefekkür seyahatine bizzat Allah’ın kelâmıyla devam etmek isteyeceğini tahmin edebilirsiniz. Eğer her biri harikulâde bir tefekkür âleminin kapısını açan otuz iki pencerenin tamamı Kur’ân deryasının birkaç damlasından ibaret ise, deryanın geri kalanından da alabildiğine nasiplenmeye kim can atmaz?

Ancak gözlemlerimiz bu konuda çok fazla iyimser olmamıza imkân vermiyor. Aslında buna benzer ifadelerle Risale-i Nur Külliyatının pek çok yerinde karşılaşıyoruz. Ve bu ifadelerin, son derece açık bir şekilde, daha ileri seviyedeki okumalar için bizi Kur’ân’a yönlendirdiğini görüyoruz. Ancak esrarengiz bir denetim mekanizması burada devreye giriyor ve bize Kur’ân’ın kapısından içeri girme fırsatı tanımak istemiyor.

Bu esrarengiz denetim mekanizması üzerinde uzun uzadıya durmak gerektiği inancında değiliz, hemen herkes az veya çok bunun farkındadır; bu bakımdan sadece temas edip geçecek ve Kur’ân’ın hayatımızda işgal etmesi gereken yeri asıl kaynaklarından öğrenmeye çalışacağız. Bu öğrendiklerimiz konuyu yeterince açıklayacak; eğer bütün bunlardan sonra hâlâ bazılarımızın zihninde Kur’ân’a doğrudan yönelmeyi engelleyen birtakım tereddütler kalmış olursa, onu da ilerideki bölümlerde Bediüzzaman’ın “Kur’ân’ın Hakimiyet-i Mutlakası” başlıklı harikulâde makalesinden yapacağımız kısacık bir nakil çözüme kavuşturacaktır inşaallah.

İmam Malik’in meşhur sözüdür: “Bu ümmet önceden neyle ıslah olduysa yine onunla ıslah olur.” Vahşî bir toplumun fertlerini çeyrek asırdan daha kısa bir zamanda muhteşem bir medeniyetin öncüleri haline getiren, Kur’ân’ın talim ve terbiyesinden başka birşey değildi. Resulullahın (s.a.v.) ve Sahabîlerinin bütün hayatı tek bir kitabın etrafında cereyan ediyor ve bütün gayretleri o kitabı okumak, okutmak, öğrenmek, öğretmek, yaşamak ve yaşatmak üzerinde yoğunlaşıyordu.

Allah’ın Resulü, İslâma davet ettiği kimselere, bir iki kısa izahtan hemen sonra, doğrudan doğruya Kur’ân’ı okuyor ve İslâmı Kur’ân’ın âyetleriyle açıklıyordu.

Kendisine yeni bir âyet indiği zaman ilk yaptığı şey, önce erkekleri, ardından da kadınları toplayarak inen âyetleri onlara okumak oluyordu.

Uzak bölgelerden gelen kişiler ve heyetlere İslâmı anlatırken Resulullahın yaptığı şey yine onlara Kur’ân okumak idi.

Medine’ye hicret ettikten sonra Resulullahın ilk yaptığı işlerden biri Suffe okulunu kurmak olmuştu. Daha sonra Müslümanların sayısı arttıkça onların yaşadıkları mahallelerde de mescitler ve okullar kuruldu. Böylece, Medine, kısa zamanda, her köşesinde insanların birbirine Kur’an okuyup Kur’an öğrettiği bir ilim beldesi halini aldı. Öyle ki, Resulullah da Ashabının yanına vardığında, çoğu zaman onları Kur’an okur veya okuturken buluyordu:

Sehl b. Sa’d el-Ensarî “Biz mescidde birbirimize Kur’ân okurken Peygamber yanımıza geldi” demiştir.
Ukbe b. Amir şöyle anlatmaktadır: “Biz mescidde birbirimize Kur’an okurken Peygamber yanımıza geldi.”
Cabir b. Abdillah demiştir ki: “Biz Kur’an okurken Peygamber yanımıza geldi; topluluğumuz Arap ve Arap olmayanlardan müteşekkildi.”
Enes b. Malik anlatmaktadır: “Biz mescidde Kur’an okurken Peygamber yanımıza geldi. Aramızda Araplar, Arap olmayanlar, siyahlar ve beyazlar bulunuyordu.[1]

Kur’an öğreniminin önüne hiçbir şeyin geçmesine meydan vermemek konusunda Resulullah kadar Ashabı da son derece hassas davranıyordu. Hz. Ömer ile ilgili olarak Karaza b. Kâ’b’dan nakledilen şu meşhur hadise, bu hassasiyeti oldukça çarpıcı bir şekilde yansıtıyor:

Ömer b. Hattab bizi Kûfe’ye göndermişti. Bizi uğurlarken Sırar denen yere kadar bizimle beraber yürüdü.
Sonra sordu: “Buraya kadar sizinle niçin yürüdüğümü biliyor musunuz?”
“Resulullahın ashabı ve Ensardan olduğumuz için” diye cevap verdik.
Ömer dedi ki: Hayır, ben bir meseleyi anlatmak için sizinle beraber yürüdüm; onu iyice bellemenizi istiyorum. Siz şimdi arı uğultusu gibi Kur’an okuyup duran bir belde ahalisinin yanına gidiyorsunuz. Onlar “Muhammed ashabı gelmiş, Muhammed ashabı gelmiş” diye size gelecekler, sizden hadis anlatmanızı isteyecekler. Siz Resulullahtan rivayeti azaltın, Kur’ân’ı başka herşeyden tecrid edin; o zaman ben sizinle ortağım.
Karaza geldiğinde ona “Hadis rivayet et” dediler. Karaza ise “Ömer b. Hattab bize hadis rivayet etmeyi yasakladı” dedi.[2]

Hiç şüphesiz, Hz. Ömer de, Ashabın geri kalan kısmı da hadisin ve sünnetin din için ne anlam ifade ettiğini herkesten daha iyi bilen kimselerdi. Ama onlar, özellikle Hz. Ömer gibi önde gelen Sahabîler, aynı zamanda Kur’ân’ın mevkiini de herkesten iyi biliyorlardı. Hadisler elbette Kur’ân’ı açıklayacak, onun ahkâmının nasıl uygulanacağını bize öğretecek, Kur’ân’ın en güzel bir şekilde yaşanmasını bize gösterecek yegâne kaynaktı. Nitekim bu hadisi nakleden Dârimî, sonuna şöyle bir not ilâve ederek durumu güzel bir şekilde açıklıyordu: “Bana göre burada hadis ile kastedilen şey Resulullahın zamanından hatıralardır, yoksa sünen ve feraiz değildir.”

Bununla birlikte, Hz. Ömer bütün rağbet, himmet ve gayretlerin doğrudan doğruya Allah kelâmı olan ve içinde hiçbir şüphe bulunmayan Kur’ân’ın üzerinde odaklanmasına itina gösteriyor ve bu rağbeti zaafa uğratacak, himmetleri dağıtacak, dolayısıyla ümmetin Kur’ân’ı anlama ve yaşama azmini zaafa uğratacak hiçbir şeye fırsat vermek istemiyordu. Onun bu konudaki hassasiyeti, Kur’ân’ın hıfzına gösterilen rağbete bile endişeyle bakmasına yol açabilecek derecedeydi:

Hz. Ömer’in Basra valiliğine tayin ettiği Ebû Musa el-Eş’arî, bütün gayretini halka Kur’an öğretmek için sarf ediyordu. Birgün Hz. Ömer valilerine birer mektup göndermiş ve “Yanınızdaki Kur’an okuyucularını bana bildirin; onları Kur’an öğretmek üzere çeşitli yerlerde görevlendireceğim” demiş, bu mektuba 300 kişilik bir listeyle cevap vererek birinciliği alan vali Ebu Musa olmuştu.

Ebu Musa el-Eş’arî, bir defasında Halife Hz. Ömer’e bir mektup yazarak şehirde Kur’ân’ın hıfzına çalışan kimselerin çoğaldığından söz etti ve hazineden bunlar için yardım gönderilmesini talep etti. Ertesi sene yine hıfza çalışanların daha da katlanarak arttığını bildirdi ve yine yardım istedi.

Lâkin bu durum Hz. Ömer’i sevindirecek yerde endişelendirmişti. Ebu Musa’ya “Onları kendi hallerine bırak,” diye cevap verdi. “Çünkü onların kendilerini Kur’an hıfzına kaptırıp da onu anlamayı ihmal etmelerinden korkuyorum.”[3]

***

İlk nesillerin Kur’ân’ı anlamaya yönelik bu rağbetinin ve onu korumaktaki titizliğinin sebebini anlamak zor değildir. Âlemlerin Rabbi insanı kendisine muhatap almış, ona bir kitap göndermişti; ve onlar, insanlık tarihi boyunca gelip geçen onca nesiller arasında böyle bir şerefe mazhar olmanın ne anlam ifade ettiğini çok iyi anlamışlardı. Ayrıca, eski ümmetlerin âkıbetleri de gözlerinin önündeydi: Onlar Allah’ın indirdiği kitaplara sahip çıkmadıkları gibi, bu kitapları ve sonuç itibarıyla dinlerini değiştirmişler, bu yüzden de lânetlenmişlerdi. Hem böyle bir âkıbetten korunmak, hem de Allah Teâlânın kendilerine ihsan buyurduğu izzet ve şerefe lâyık olabilmek endişesi, onları dört elle Kur’ân’a sarılmaya sevk ediyordu.

Onların hayatında Kur’ân, eski ümmetlerdeki gibi sadece bir kısmının okuyup diğerlerine açıkladığı bir kitap değildi. Hiç istisnasız, onların hepsi birden Kur’ân’ı yaşayarak okuyor ve yaşayarak anlamaya çalışıyorlardı. İçlerinde her meslekten, her kesimden, her kültürden, her milletten, her türlü anlayış ve kavrayış seviyesinde insanlar vardı. Ama hepsi Kur’ân okuyordu. Hepsi Kur’ân’ı anlamaya çalışıyordu. Abdullah b. Ömer onlara “Çarşıdaki işinizi bitirip de eve döndüğünüzde mushafınızı açıp okuyun” diyordu. Ve herkes okuyor ve anlamaya çalışıyordu. Bilen bilmeyene öğretiyor, bilmeyen bilenden soruyordu. Yanlış anlayan olursa düzeltiyor, eksik anlayan olursa tamamlıyorlardı. Ama kimse kimseye “Sen okuma, anlamazsın”  demiyordu. Bazan da az bilen çok bilenden daha iyi anlıyor ve onun hatâsını düzeltiyordu. Meşhur örnekte olduğu gibi:

Hz. Ömer zamanında kadınlar mehir taleplerini çok yüksek tutmaya başlamışlar, bu yüzden evlenmek birçok kimse için külfet halini almıştı. Bunun üzerine Hz. Ömer mehir için üst sınır koyarak mescidde bunu ilân etti.

Bunu işiten bir kadın derhal mescide gelerek Hz. Ömer’e sordu:

“Ey mü’minlerin emiri, Allah’ın kitabı mı, yoksa senin emrin mi uygulamada öncelik taşıyor?”

“Tabii ki Allah’ın kitabı,” diye cevap verdi Hz. Ömer. “Niçin soruyorsun?”

“Az önce sen insanların fazla mehir ödemelerini yasakladın. Halbuki Allah Teâlâ kitabında ‘Yükler dolusu mehir vermiş olsanız dahi ondan hiçbir şeyi geri almayın’ buyuruyor.”

Bunu işiten Hz. Ömer “Doğru düşünen ve doğru söyleyen bir kadın, hatâ eden bir imam; Allah yardımcımız olsun” dedi ve derhal minbere çıkarak az önceki emrini geri aldığını insanlara duyurdu. Arkasından, arkadaşlarına dönüp “Benim böyle bir söz söylediğimi işitiyorsunuz da beni uyarmıyorsunuz. Sonra da öyle fazlaca bir bilgisi olmayan bir kadın bana cevap veriyor” diyerek onları uyardı.[4]

Kur’ân ortak değer olup da bütün zihinler ona yönelince, toplumun hatâ ihtimali işte böyle sıfıra inebiliyordu. Onlardan birisi, hattâ en büyüğü yanılacak olsa bile mutlaka bir başkası onu düzeltiyor; herkes aynı kaynağa teslim olduğu ve bütün kalpler ona müteveccih bulunduğu için, hatâ yapmak da, ikaz edilmek de kimse için bir aşağılanma sebebi olarak görülmüyordu. Toplum tek bir vücuttan ibaretti ve bu vücudun ruhu da Kur’ân-ı Kerim idi. O ruh, âlimiyle, cahiliyle, her kesimden ve her seviyeden her türlü insana, tek bir vücut gibi hayat dağıtıyordu.

Bu arada, Sahabenin Kur’ân’ı okuma ve ondan azamî istifadeyi sağlama hususunda takip ettikleri önemli bir ölçü daha vardı ki, bu da bir sonraki bölümün konusunu teşkil ediyor.

[İlk yayın tarihi: 17 Mayıs 2020]




Yazarın Kalem Yazmak Zorunda: Kur’an ve Sünnet Işığında Risale-i Nur Cemaatlerinin Dünü, Bugünü, Yarını adlı eserinden alınmıştır. Kitabı bütün kitap sitelerinde bulabilirsiniz. İki örnek:

https://www.kitapyurdu.com/kitap/kalem-yazmak-zorunda/575825.html 

https://www.babil.com/kalem-yazmak-zorunda-kitabi-umit-simsek







[1] M. M. el-Azamî, Kur’an Tarihi (İstanbul: İz Yayıncılık, 2006), s. 100.

[2] İbni Mâce, Mukaddime: 3; Dârimî, Mukaddime: 28 (no. 286); Müstedrek (Hâkim), no. 353.

[3] M. Sait Şimşek, “Asr-ı Saadette Kur’an ve Sünnetin Anlaşılması,” (Kettânî, et-Terâtîbü’l-İdariyye, 2:279’dan naklen), Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm (İstanbul: Beyan, 1994), c. 1, s. 213.

[4] Kur’an Yolu, Nisâ 20. âyet tefsiri (İbn Hacer, el-Metâlibü’l-Âliye’den naklen); Zemahşerî, el-Keşşaf, Nisâ 20. âyet tefsiri.

17 Ağustos 2022 Çarşamba

Güzel belâ


  

Attığın zaman sen atmadın, Allah attı. Bu, mü’minleri sınamak için Onun katından gelen güzel bir imtihan idi.
Enfal Sûresi, 8:17

 

Ümit Şimşek


HAYATIN en esaslı gerçeklerinden biri olan “imtihan” hakikatini, bu âyette, özellikle zamanımızın pek fazla muhtaç olduğu bir edep ve tevazu dersi içinde buluyoruz.

Âyet-i kerime, zafer ve başarılardan söz ediyor. Önce, bunların Allah tarafından ihsan edilmiş bir nimet olduğunu hatırlatıyor, sonra da, tıpkı başa gelen musibetler gibi, iyiliklerin de birer imtihandan başka birşey olmadığını bildiriyor.

“Attığın zaman sen atmadın, Allah attı” ifadesinde, İslâm inancının önemli bir esası özetlenmiştir. Bu ifadenin “attığın zaman” cümlesi kulun fiiline, “Allah attı” cümlesi de Allah’ın yaratmasına bakar. “Sen atmadın” cümlesinde ise, Allah’ın yaratmasında her türlü şirk olasılığını kökünden kesip atan bir vurgulama vardır. Buna göre:

Kul, fiil ve davranışlarıyla, Allah’a bir duada bulunmuş olur. O fiilin yaratılması ise bu duanın cevabıdır ve İlâhî kudretin işidir. Şu kadar var ki, Yüce Allah, fiilleri yaratma işini kulun duası şartına bağlamış, kuluna ihsan edeceği nimet için bir fiilî dua fiyatı biçmiştir. Başarıya ulaşmak isteyen kişi, çalışıp çabalamak suretiyle bu fiyatı ödemek zorundadır.

Bu fiyatın ödenmesinden sonra, yani çalışmanın ardından gelen başarı, âyette “belâ-yı hasen” şeklinde nitelenmiştir. Tıpkı başa gelen musibetler gibi, bu da bir belâdır, yani bir sınamadır. Bir farkla ki, bunların birincisinden hiç hoşlanmayız, ikincisine ise pek düşkünüzdür.

Bu yönüyle, ikinci tür belânın daha tehlikeli olduğunu da söyleyebiliriz. Çünkü bir musibet başa geldiğinde, er veya geç, bunun Allah’tan olduğunu söylemek herkesin aklına gelir. “Belâ-yı hasen”de ise bunu kolay kolay akıl etmeyiz, akıl etsek de itiraf etmekten hoşlanmayız. Hele böbürlenmenin bir hayat tarzına dönüştüğü bu reklam çağında nefislerin böyle bir tevazu dersini kabullenmesi hiç kolay olmuyor. Günlük hayatımızın herhangi bir saatinde her taraftan maruz kaldığımız reklam ve propagandaların hepsinde de “En büyük biziz, en iyisini biz yaparız” mesajı açıkça okunmuyor mu?

Daha da vahimi, bu ahlâkın dindarlara, hattâ hizmet ehline de sirayet etmiş olmasıdır. Çeşitli seviyelerdeki kurumlar ve topluluklar arasında yaşanan yabanîlik ve rekabetlerin temelinde hep bu böbürlenmeler yatar. Hangi tarafa dönseniz, “Biz yaptık,” “Bizden büyüğü yok,” “Filan başarının haklı gururunu yaşıyoruz” türünden iddialarla karşılaşırsınız. Oysa gurur, Kur’ân’da şeytana yakıştırılan bir sıfattır; onda nasıl bir haklılık bulunabilir? Büyüklük ise tümüyle Allah’a aittir; başarı da Ondan gelen bir imtihan olarak nitelenmiş bulunuyor. Kur’ân’ın bu açık tesbitleri ışığında zamanımızın böbürlenmelerine baktığımızda, “Onlar işlerini parça parça ettiler; her topluluk kendisininkiyle övünüp durur”[1] mealindeki âyetin canlı bir tasvirini tam karşımızda görüyoruz. Doğal olarak, bu böbürlenmeler, toplulukların arasında rekabet ve kıskançlık duygularını da tetikliyor ki, bu derdin yegâne ilâcını bu âyet-i kerime bize sunuyor:

Bütün iyilikleri Allah’tan gelen bir imtihan olarak bilmek.

Bu imtihanın sırrını çözebilmek için, reklam dilini terk ederek Kur’ân’ın dilini öğrenmemiz ve onunla konuşmamız gerekir.

Zira bunların ikisi de birbirine tamamen zıt şeyleri bize emrediyor.

Biri “Atabildiğin kadar yüksekten atacaksın” diyor.

Diğeri “Atan sen değilsin, sana tevazu yakışır” buyuruyor.

“Belâ-yı hasen”deki başarımız ise, bu iki emir arasında doğru olanı tercih etmekteki becerimize bağlı bulunuyor.

Tabii, o da Allah’tan erişecek bir lütuftan başka birşey değildir.



[1] Mü’minûn Sûresi, 23:53.