SON EKLENENLER
latest

15 Ekim 2022 Cumartesi

Hayata doğru yerden bakmak


  

En’am sûresinin 65-67. âyetlerini okuduğumuz 364. Kur’an Buluşmasının özeti ve video kaydı.

   

Musibetlerin ardında yatan mânâları okumayı öğreten âyetler, 364. Kur’an Buluşmasının gündemindeydi.

UTESAV organizasyonuyla 15 Ekim Cumartesi sabahı gerçekleşen Buluşmada, En’am sûresinin şu mealdeki 65-67. âyetlerini okuduk:

De ki: O size üstünüzden veya ayaklarınızın altından azap göndermeye yahut sizi topluluklar halinde birbirinize düşürüp birinizin zorbalığını diğerine tattırmaya da kadirdir. İşte bak, iyice anlasınlar diye âyetleri nasıl çeşitli şekillerde açıklıyoruz.

Kavmin, hakkın tâ kendisi olduğu halde Kur’ân’ı da yalanladı. De ki: Ben sizden sorumlu bir vekil değilim.

Her haberin bir vakti vardır; yakında onlar da öğrenecekler.

Bu âyetleri merkeze alan bir saatlik bir tefekkür gezisi, bize özetle şu tesbitleri yaptırdı:

·         Kur’ân, hakkın tâ kendisidir. Onun içinde haktan başka bir şey bulunmaz. Her âyeti, her cümlesi, her hükmü, her uyarısı, her vaadi, her tehdidi haktır, gerçektir. O insanları neye çağırıyorsa hak oradadır; onun dışındaki yollar ise bâtıl yollardır. O, bir kısmı kabul edilip diğer bir kısmı reddedilebilecek bir kitap değildir. Onu yalanlayanların kendilerini nasıl bir bedbahtlığa düşürdükleri tasavvur olunsun!

·         Dünya bir sınav alanıdır. Burada herşey açıklanmış, hidayet ve dalâlet tanımlanmış, her ikisinin sonuçları bildirilmiştir. Tercih tamamen kulun elinde, kulun tercihine bağlı olarak onu hidayet veya dalâlette muvaffak etmek de Allah’ın kudretindedir. O kimin ne niyet taşıdığını, ne için çalıştığını ve neye lâyık olduğunu bilir ve herkese lâyık olduğu şeyi verir.

·         Allah, peygamberler de dahil olmak üzere hiç kimseyi başkasının hidayetinden sorumlu tutmamış, hiç kimseyi gayba muttali kılmamıştır. Bununla birlikte, hidayetin ve dalâletin sonuçlarını açıkça bildirmiştir. Bu sonuçlar mutlaka yaşanacaktır; Kur’an kıssaları bu hakikatin en büyük şahididir.

·         Bunu bilmek, hidayette olan ve insanları hidayete çağıranlar için büyük bir rahatlıktır. Onlar kendi üzerlerine düşen görevleri en güzel bir şekilde ve tam bir kalp rahatlığı içinde sükûnetle yerine getirirler, muhataplarının tavırları ne olursa olsun her halükârda sabır ve sebatla yollarına devam ederler. Böylece, fevrî hareketlerle muhataplarının önlerindeki kapıyı kapatmazlar, imtihanın sonuna kadar açık kalmasını sağlamış olurlar. Belki de Allah onlara da günün birinde hidayet nasip edecektir; bunu kim bilebilir? Eğer öyle olmasa bile Allah herkesin yaptığından haberdardır. Kimsenin emeği karşılıksız, isyanı da cezasız kalmayacaktır.

En’am sûresinin 65-67. âyetlerini okuduğumuz 364. Kur’an Buluşmasına ait video kaydını buradan izleyebilirsiniz:


Kur’an Buluşmaları Cumartesi sabahları MÜSİAD’ın Çobançeşme’deki genel merkezinde gerçekleşiyor. Buluşmalar, sabah 7:00-7:30 arasında simit, peynir ve çaydan meydana gelen kahvaltı ikramından sonra 7:30-8:30 arasında sunum ve 8:30-9:00 arasında soru-cevap şeklinde cereyan ediyor ve canlı olarak https://www.youtube.com/erdemlihayat adresinden yayınlanıyor.

12 Ekim 2022 Çarşamba

Hayâsızlığın kısa tarihi


   

Daha önce birkaç defa bölümler halinde yayınladığımız bu diziyi tek parça halinde yayınlıyoruz:

ÜMİT ŞİMŞEK

Dünya sapıklarının bizim topraklarımızda, gözümüzün içine baka baka sergiledikleri hayâsızlıklar, bizi çok gecikmiş bir muhasebeyle karşı karşıya getiriyor:

Bundan otuz kırk sene önce hayalimizden bile geçmeyen şeyler bugün bu ülkede nasıl yaşanır hale geldi?

Vaktiyle en iğrenç, en şenî’, en çok lânete lâyık olarak gördüğümüz şeyleri bugün nasıl umursamaz olduk? Umursamamak bir yana, bazı safdillerimiz — yahut dost görünümlü can düşmanlarımız — bunları nasıl açık açık savunabilecek hale geldi?

Bu soruların cevabına ulaşmak için en kestirme yol, dilimize bakmak olacaktır.

Çünkü bizi bozmak isteyenler, huyumuzdan önce dilimizi değiştiriyorlar.

Dil bozulunca ahlâk da bozulur

Biz, bünyemize yabancı olan şeyler hakkında kendi öz kaynaklarımızdan aldığımız kelimeleri kullarnmaktan vazgeçip başkalarının bize öğrettiği kelimeleri kullanmaya başladığımız anda, onların değer sistemlerine karşı teslim bayrağını çekmiş oluyoruz. İşin bundan sonra takip edeceği seyri de adım adım onlar belirliyor. Sözün kısası:

Kur’ân’ın “fuhşiyat” dediği şeyin bizim dilimizdeki adı “cinsel tercih” veya “özgürlük” olmuş, Resulullah’ın “hayâ” dediği şeyi de “fobi” olarak adlandırmaya başlamışsak, düşman bayrağını kendi topraklarımıza kendi elimizle dikmişiz demektir.

Bu gerçeği, ABD Yüksek Mahkemesinin eşcinsel evlilikleri yasallaştırması üzerine ülkenin en köklü ve etkili dergilerinden Atlantic’in internet sitesinde yayınlanan bir yazı, bir başarı sırrı olarak itiraf ediyor.[1]

Devam eden bir araştırmaya atıfta bulunan dergi, 2003 yılında kendileriyle mülâkat yapılan deneklerin “eşcinsel, gay, lezbiyen” gibi kelimeleri kullanırken zorlandıklarını, 2010 yılında yapılan mülâkatlarda ise aynı kelimeleri hiçbir rahatsızlık duymadan kullanabildiklerini kaydediyor. Bu süre içinde de, eşcinsel evliliklerini onaylayan Amerikalıların oranı yüzde 60’a çıkmış bulunuyor. (Bu arada derginin eşcinsel evliliğinden “evlilik eşitliği” şeklinde söz ettiğini de belirtmeden geçmeyelim.)

Bizi bozmak isteyenler, huyumuzdan önce dilimizi değiştiriyorlar.

Amerikan halkının sapık evliliklere bakışındaki rahatlama, dilindeki rahatlamaya paralel şekilde gerçekleşmiş bulunuyor. Atlantic yazarı da, bu gerçeğe işaret ederek, dilbilimci Geoffrey Nunberg’den şu cümleleri naklediyor:

“İnsanların bir şey hakkındaki fikirlerini doğrudan değiştiremezsiniz. Fakat onların o şey hakkındaki konuşma biçimlerini değiştirebilirsiniz. Bu da onların fikirlerini değiştirebilir.”

Bu sözleri tercüme edecek olursak:

“Sapıklığın iyi birşey olduğu” yalanına insanları doğrudan inandıramazsınız. Fakat onlara, sapıklık hakkında olumlu çağrışımlar yaptıran kelimeleri pazarlayabilirsiniz.

Bu kelimeleri bir kullanmaya başlasınlar; zaman içinde bu yeni dil onların sapıklık hakkındaki düşüncelerini de, duygularını da temelden değiştirecektir.

Bozmaya Allah’ın kitabından başladılar

Sapıklığı sapıklık olmaktan çıkararak insanlara olağan bir davranış biçimi olarak sunmak, hattâ bunun da ötesine geçerek bir övünç kaynağı halinde pazarlamak, tarih boyunca insan ve cin şeytanlarının başlıca meşgalelerinden birini teşkil etmiştir. Onları bu konuda belli bir sınır içinde tutabilecek hiçbir ahlâkî ölçü bulunmadığını gösteren en bariz örnekler, Allah kelâmı kitaplarda yaptıkları tahrifattır.

Hz. Âdem ile eşinin Cennette iken çıplak oldukları, ancak yasak meyveyi yiyinceye kadar bunun farkında olmadıkları için çıplaklıklarından utanmadıkları iddiası, Tevrat’a sonradan monte edilmiş bir iftiradır. (A’râf sûresinin 27’nci âyeti, şeytan onları aldatıncaya kadar Hz. Âdem ile eşinin giyinik olduğunu bildiriyor.) Bu iftira, çıplaklığı utanılacak birşey olmaktan çıkarıp bir kemal mertebesi olarak insanların önüne koyar!

Tevrat’ı tahrif ederek ilk peygambere bu iftirayı atanların diğer peygamberlere reva gördükleri şeyler arasında ise, beşerin en aşağılık kısmı hakkında bile kolay kolay tasavvur olunamayacak seviyede rezil ve hayâsızca işler vardır. Dünyaya ahlâk ve fazilette örnek olarak gönderilen insanları hayâsızlıkta nümune haline sokma cür’etini gösterenlerin ne yapmak istediklerini anlamak çok mu zor?

Allah’ın kitabı tamam, sıra beşer eserlerinde!

İnsanlar arasında hayâsızlığın her türlüsünü yaymak için Allah’ın kitabını tahrif etmekten çekinmeyenler, beşer eliyle yazılan kitapları değiştirmekten geri durmayacaklardı. Nitekim geri durmadılar.

Doğrudan doğruya nefsanî heveslere hitap ettiği için, fuhşiyatın bir “kişisel tercih” olarak dayatılması çok zor olmadı. Fakat sınır tanımayan yeryüzü sapıkları, işi burada bırakacak değillerdi.

Dünya sapıklarının hayâsızlığı yaymak için hiçbir sınır tanımadığını gösteren en açık örnekler, Allah kelâmı kitaplarda yaptıkları tahrifattır.

Hayatın gerçeklerine ve bilimin açık verilerine rağmen, cinsel sapıklıkları da normal ve sağlıklı bir hayat tarzı statüsüne kavuşturmak için uzun soluklu bir mücadele verdiler.

Eşcinselliğin “utanılacak birşey, bir kötülük, veya küçük düşürücü bir durum olmadığını” söyleyen ve “bir hastalık olarak sınıflandıralamayacağını” ileri süren Freud bu işin kapısını açmış, daha sonra Kinsey’in raporları da açık kapıyı biraz daha aralamıştı. Evelyn Hooker adlı bir psikologun 1957 yılında eşcinsel erkekler üzerinde yaptığı bir araştırma, dünya sapıklarının eline aradıkları malzemeyi verdi.

Hooker’ın yaptığı araştırma, aslında bir mutluluk ölçümünden ibaretti. Otuz normal ve otuz eşcinsel erkek üzerinde yaptığı çalışmada, bunların aralarında mutluluk açısından bir fark bulunmadığı sonucuna vardı. Hattâ, en tecrübeli psikologlar bile, deneklerin mutluluk karnelerini inceledikleri zaman, bunlardan hangisinin normal, hangisinin eşcinsel olduğunu anlayamamışlardı. Hooker ve benzerleri, bu araştırmadan “Madem eşcinseller de diğerleri kadar mutlu olabiliyorlar; öyleyse eşcinsellik bir hastalık değildir” sonucunu çıkarmakta çok fazla zorlanmadılar.

Batı medeniyeti sapıklığı işte böyle akladı

Her türlü sapıklığın Batı dünyasında hüsn-ü kabul görmesinde ve oradan dünyaya yayılmasında garipsenecek bir durum yoktur. Bu, Batı medeniyetinin tabiatıyla ilgili bir durumdur. Zira, Batı medeniyetinin insanlığa verdiği hizmet, Bediüzzaman Said Nursî’nin tabiriyle, “nefis ve batın ve fercin hevesatını tatmin” suretiyle gerçekleşir. Bu hedefe hangi fuhşiyat vasıtasıyla ulaşılacağı ise, “füruattan” addolunacak bir meseledir. Eğer çoğunluğun normal kabul edilen yollardan ulaştığı hazlara bir kısım insanlar sapık yollardan ulaşabiliyor ve diğerleri kadar mutlu olabiliyorlarsa, Batı medeniyeti bu ikinci yolu “sapıklıklar” zümresinden çıkarır, normal davranışlar arasına katar. Hattâ bu kadarla da kalmaz, onu özendirmek ve toplumlarda yaygın hale getirmek için bütün imkânlarını seferber eder.

Dünya sapıkları, her türlü sapıklığı “hastalıklar” listesinden çıkarıp normal davranışlar arasına sokmak için yıllarca uğraştılar.

Evelyn Hooker’ın sapıklar üzerinde yaptığı mutluluk ölçümleri işte böyle bir sonuç ortaya çıkarmıştı. Bu sonuç, eşcinsel aktivistlerin eline, yıllardır peşinde koştukları bir fırsatı verdi. Artık sapıkların bundan sonraki hedefi, eşcinselliğin her türlüsünü resmî kayıtlarda hastalıklar listesinden çıkarmak idi.

‘60’lı yıllar, zencilerin hak ve özgürlük arayışları gibi insan hakları hareketlerinin içine sızarak onların sırtından meşruiyet arayan ve bu hareketlerden bir kısmını zaman içinde eşcinsel hareketler kimliğine büründüren sapık aktivistlerin seslerini duyurma çabalarıyla geçti. Amerikan Psikiyatri Birliği (APA), sapıkların başlıca hedefiydi. Birliğin düzenlediği toplantılarda hangi psikiyatrist eşcinselliğe bir toz konduracak olsa sözü kesiliyor, protesto ediliyor, alaya alınıyor, şiddetli bağırtı ve çağırtılarla konuşması engelleniyordu.

Şamatalar 1974 Mayıs’ında sonucunu verdi. APA’nın ünlü el kitabı DSM-2’nin (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders = Zihinsel Bozuklukların Tanısal ve Sayısal El Kitabı) yedinci baskısında, eşcinsellik “zihinsel hastalıklar” listesinden çıkarıldı ve “cinsel oryentasyon bozukluğu” sınıfına terfian aktarıldı.

DSM,  uzmanların yanı sıra Amerikan hükûmetinin, yasama ve yargı organlarının, sigorta şirketlerinin ve ilâç firmalarının da itibar ettiği resmî bir kaynak olduğu için, bu başarı, küresel sapıklık hareketleri için bir dönüm noktası teşkil ediyordu.

Bu büyük bir başarıydı şüphesiz; fakat dünya sapıklarının bundan daha da ötede hedefleri vardı.

Ve sapıklar, planlı ve organize bir şekilde, adım adım bu hedeflere doğru yol alıyorlardı.

Şimdi sapıklar toplumu damgalıyor

Küresel sapıkların hedefi, sadece kendilerini temize çıkarmak ve toplum içinde kabullenilmekten ibaret değildi. Onların bir derdi de muhaliflerini damgalamak ve toplum içine çıkamaz hale getirmek idi. Bunun için, sapıklık karşıtı ahlâklı ve sağlıklı insanları “hasta” olarak damgalamanın bir yolunu buldular.

1960’lı yılların sonlarına doğru, bir taraftan sapık eylemciler cinsel sapkınlıkları hastalıklar listesinden çıkarmaya uğraşırken, bir taraftan da George Weinberg adlı sapık dostu bir psikolog “homofobi” adında bir hastalık icad etti.

Weinberg, bu icadını önceleri çeşitli zeminlerdeki konuşmalarında kullandı. Derken, homofobi tabiri, 1969 yılında basılı medyaya Screw adlı bir Amerikan porno dergisiyle giriş yaptı. Arkasından bunu Time dergisi kaptı ve kullanmaya başladı. Çok geçmeden de bu tabir fobiler listesindeki yerini aldı, hattâ sözlüklere bile girdi.

Weinberg, 1969 yılındaki bir mülâkatında bu icadını açıklarken, “Homofobi kesinlikle bir hastalıktır; bunda hiç şüphe yok” diyordu. Sonra da, “İnsan her gece yatarken bu hastalıkla uyanmamak için dua etmeli” diyerek bu hastalığın “dehşetini” dile getirmeye çalışıyordu.

Küresel sapıklık hareketleri, cinsel sapıklıkları “sağlıklı davranış” sırasına sokarken, sapıklığa karşı çıkanları “hasta” ilân ediyor.

Fobi kelimesinin korku anlamına geldiğini herkes bilir. Fakat sapıklara karşı çıkan sağlıklı insanlar hakkında kullanılırken bu kelimeye sadece bu vak’aya münhasır kalmak üzere bir ayrıcalık tanındı ve kapsama alanı alabildiğine genişletildi. Bugün “homofobi” kelimesi, cinsel sapıklıklara karşı red, nefret, küçümseme, dışlama, önyargı gibi her türden duyguyu, bu arada dinî inançları ve ahlâk telâkkilerini de içine alacak şekilde kullanılıyor.

Sapık dostu Weinberg bir yandan sapıklık karşıtlarını “homofobik” yaftasıyla hasta olarak safdışı ederken, bir yandan da sapıklığın sağlıklı birşey olduğunu ispat etme çabalarından da geri kalmıyordu. 1972 yılında yayınladığı “Toplum ve Sağlıklı Eşcinsel” adlı çalışması, bu konuda önemli adımlardan birini teşkil etti.

Bu adımlar, pek tabii, atıldığı yerde kalmıyor, küresel bir propaganda mekanizması tarafından derhal işleme konuluyordu. Yazılı medya, görsel medya, sahne sanatları, reklam ajansları, ünlü kişiler, moda mihrakları, sivil toplum örgütleri gibi araçlar, toplumu cinsel sapıklıklara özendirmek için seferber edildi. Bütün bu araçların bizim toplumumuzda da ne kadar etkili bir şekilde kullanıldığına dair örnekleri hatırlamakta hiçbirimiz zorlanmıyoruz. Sadece bir kısım sanatçıların giyim-kuşam ve tavırları ile ünlüler arasındaki cinsel sapıklıklara dair sosyete sayfalarında çıkan dedikoduların toplumda eşcinselliğe karşı bir hoşgörü vücuda getirmekte oynadığı rol küçümsenecek gibi değildir.

Özgürlük değil, fuhşiyat!

Küresel sapıklık hareketlerinin mâsum görünümlü isim ve sıfatlar arkasında gizleyerek kitlelere kabul ettirdiği fiillerin tamamını, Kur’ân-ı Kerim “fuhşiyat” kavramı altında toplamıştır.

Fuhşiyat, her türlü utanç verici çirkin fiilleri, hayâsızlığı, edepsizliği, ahlâksızlık ve iffetsizliği içine alan geniş bir kavramdır.

Küresel sapıklık hareketlerinin mâsum görünümlü isimler ardında sakladığı fiillerin tamamını, Kur’ân-ı Kerim “fuhşiyat” olarak adlandırıyor.

Her Cuma hutbesinde dinlediğimiz Nahl sûresi  90. âyetinde, Allah’ın yasakladığı şeylerin başında “fuhşiyat” sayılır.

Daha başka âyetlerde, fuhşiyatın açığı ve gizlisiyle her türlüsünün yasaklandığı, açık ve kesin bir dille ihtar edilir. [2]

Küresel sapıklık hareketlerinin mâsum görünümlü isimler ardında sakladığı fiillerin tamamını, Kur’ân-ı Kerim “fuhşiyat” olarak adlandırıyor.Allah’ın yasakladığı şeylerin başında gelen fuhşiyat, şeytandan başka kimin emirleri arasında liste başı olabilir? Kur’ân, fuhşiyatın her türlüsünü sadece yasak ilân etmekle kalmıyor; aynı zamanda, onu insanlar arasında yaygınlaştırmak isteyenin de insanın baş düşmanı olduğunu tekrar tekrar bize hatırlatıyor:

Ey insanlar, yeryüzünde olanların helâl ve temizlerinden yiyin. Şeytanın adımlarını izlemeyin; çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.

O sizi ancak kötülüğe, fuhşiyata,  bir de Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemeye kışkırtır.[3]

Ey iman edenler, şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeytanın adımlarını izlerse, hiç kuşkusuz o fuhşiyata  teşvik etmektedir.[4]

Bu arada, şeytanın sadece bildiğimiz cin şeytanlarından ibaret olmayıp insan şeytanlarını da içine aldığını hatırlamakta fayda, hattâ zaruret vardır. Nitekim Kur’ân da insan ve cin şeytanlarının karşılıklı olarak birbirlerine ilham verdiklerini bildirir,[5] hattâ cin şeytanlarını azdıran insanlardan söz eder.[6]

İslâm’ın hiçbir surette imana ve insanlığa yakıştırmadığı ve kesin bir surette reddettiği fuhşiyat kavramına karşılık, bir de “olmazsa olmaz” kabul ettiği bir kavram vardır. Bunun adı da “hayâ”dır, yani utanma duygusudur.

Resulullah (s.a.v.), tarih boyunca bütün peygamberlerin insanlara verdiği derslerin başında hayâ dersinin geldiğini bildiriyor:

İlk peygamberlerden itibaren insanların öğrendiği bir söz vardır: Utanmadıktan sonra dilediğini yap.[7]

Bütün dinlerin en önemli bir esası olan hayâ, İslâm’da ise  bu dinin özel ahlâkı haline gelmiştir. Allah’ın Elçisi, bunu “Her dinin bir ahlâkı vardır; İslâm’ın ahlâkı da hayâdır” buyurmak suretiyle bize haber veriyor.[8]

“Cinsel özgürlük”çüler Kur’ân’ı yalanlıyor!

Küresel sapıklık cereyanlarının bütün gücüyle yüklendiği ülkelerin başında Türkiye geliyor. Çünkü bu ülke sapıklığa – Allah göstermesin – teslim olduğu takdirde, bu kapıdan İslâm âlemine de giriş yapacaklarını ve bütün bir İslâm âlemini bozmakta çok fazla zorlanmayacaklarını hesaplıyorlar. Boston’lu sapıklar orkestrasının İsrail’den hemen sonra Türkiye’de konser vermesiyle ilgili olarak yapılan yorumlarda, bu niyetlerini çok fazla saklamak ihtiyacını duymadılar.

Çok şükür ki, Türkiye, sapıklıklara karşı inançlarından gelen duyarlılığını büyük ölçüde muhafaza ediyor. Her ne kadar Avrupa Birliği yasaları Türkiye’yi cinsel sapıklıklara karşı ayırımcılığı cezalandıran kanunlar yapmaya zorluyorlarsa ve iftiharla imzaladığımız İstanbul Sözleşmesi adlı mel’anetname (bkz. “Bir güncelleme Öyküsü 2: Toplumsal Cinsiyet Eşitliği”) bu konuda herkesi bağlayıcı hükümler içeriyorsa da, cinsel sapıklıklara karşı halkta büyük ve köklü bir tepkinin hâlâ var olduğu memnuniyetle müşahede ediliyor.

Kur’ân’ın lisanını bir kenara bırakıp Batılı sapıkların piyasaya sürdüğü dili benimseyenler, açıkça bu dine karşı savaşıyorlar.

Eşcinsel evliliklere izin veren ve onlara evlât edinme hakkı tanıyan yasaların çıkarılması için her ne kadar sapık cereyanlar büyük çaba gösteriyorsa da, henüz bunu Avrupa’nın bile tamamına kabul ettiremediler. Ancak İslâm âleminin nesillerini bozmak gibi bir amacı hiçbir zaman bir kenara atmayacakları belli olan mihrakların bu konu üzerinde daha uzun yıllar boyunca ısrarlı bir şekilde çalışacaklarından da şüphe edilmemesi gerekiyor.

Burada, DP’nin Maarif Vekili rahmetli Tevfik İleri’nin tesbitini hatırlıyoruz:

“Yüzde 10’un ahlâkı bozulduğu zaman, toplumda ahlâksızlık hakim olur.”

Cinsel sapıklıklar açısından ele alındığı zaman, bozulma çok şükür ki bu seviyelerin hayli uzağında bulunuyor. Ancak aynı konuya lisanımızın bozulması açısından baktığımızda o kadar iyimser olamıyoruz.

Çünkü Kur’ân’ın lisanını bir kenara bırakıp Batılı sapıkların piyasaya sürdüğü dili benimseyenlerin sayısı gün geçtikçe artıyor.

Kur’ân’ın fuhşiyat dediği şeyin adı özgürlük oldu, cinsel tercih oldu.

İslâm’ın hayâ dediği şeye fobi adı takıldı.

Ve bu dil değişimi, sadece belirli bir sapıklar çevresinde kalmadı, Müslüman entellektüeller arasında da yavaş yavaş kullanılmaya başladı.

Fuhşiyatı özgürlük, hayâyı fobi olarak gördükten sonra, o fiillerin bizzat faili olmaya ne ihtiyaç var? Yüzde 10 öyle de, böyle de tamamlanmış olur; ahlâksızlık yüzde 10’a erişince de toplumu bütünüyle kıskacına almış bulunur. Bundan sonra toplumun yüzde 10’a yetişmesi sadece bir zaman meselesidir.

Fakat cinsel sapıklıklara İslâm’ın verdiği isimleri bırakıp da sapıklar tarafından tedavüle sokulan isimleri kullanmaya başlamanın bu dini yalanlamak ve ona karşı açıkça meydan okumak mânâsına geldiğini ayrıca belirtmeye ihtiyaç var mı?

Düşünün ki, Kur’ân tekrar tekrar o meş’um fiiller için “fuhşiyat” adını kullanıyor ve bunları kesin bir dille temelden reddediyor.

Bir kısım insanlar ise Kur’ân’ı yalanlıyor; “Hayır o fuhşiyat değildir, hastalık da değildir, ancak bir cinsel tercihten ibarettir” diyor.

Yine düşünün ki Allah’ın Resulü “hayâ”yı bu dinin ahlâkı olarak ilân ediyor.

Bir kısım insanlar ise Allah’ın Resulünü açıkça yalanlıyor ve “Hayır o hayâ değil fobidir” diyor.

Kur’ân’ı ve Resulullah’ı yalanlayan kimselere Müslüman denir mi?

Eşcinselliği bütün dünya reddediyor

Ahlâksızlığı yaygınlaştırmak için faaliyet gösteren küresel sapıklık hareketleri hakkında hiçbir zaman gözden uzak tutulmaması gereken bir gerçek vardır:

Onların yalancı oldukları ve bütün propagandalarının yalan üzerine bina edildiği gerçeği.

Eşcinselliğin normal bir cinsel davranış olduğu iddiaları, bütün kutsal kitapların ve peygamberlerin yanı sıra, kâinatın da şahitliğiyle, yalanların en büyüğüdür. Semavî dinler de, selim fıtratlar da bu yalanı iddia sahiplerinin suratına çarpar.

Bilimin eşcinselliği hastalık olarak kabul etmediği iddiası yalandır. Bilim demek, Amerikan Psikiyatri Birliğinin el kitabı demek değildir; kaldı ki, bu kitaptaki değişikliğin hangi yollardan gerçekleştirildiği üzerinde daha önce durduk.

Bütün dünyada eşcinselliğin normal karşılandığı iddiası da, bütün dünyanın gözünün içine baka baka söylenmiş hayâsızca bir yalandır. Eşcinsellik sadece Batı dünyasının bir kısmında normal davranışlar arasında sayılmaya başlamıştır. O da Amerika kıt’asının sadece birkaç ülkesi ile Avrupa kıt’asının bazı ülkelerinden ibarettir. Dünyanın geri kalan kısmında cinsel sapıklıklar sapıklık olarak kabul edilmekte, büyük kısmında da cezalandırılmaktadır.

Cinsel sapıklıkların karşısında olanlara yakıştırdıkları “fobi” ve benzeri etiketler, yalan olmanın da ötesinde apaçık iftiradır. Bu tür nefret söylemleriyle, muhalifleri olan sağlıklı ve sağduyu sahibi kişileri sindirmek ve onlara karşı toplumda bir kin ve düşmanlık vücuda getirmek istemektedirler.

Küresel sapıklık hareketlerinin bütün iddiaları yalan, iftira ve nefret söylemleri üzerine bina edilmiştir.

Aslında bu sapıkların kendi iddiaları arasında da bir tutarlılık yoktur. Bir yandan evlilik müessesesiyle aralarının hiç iyi olmadığı ve serbest ilişkileri alabildiğine teşvik ettikleri cümle âlemin malûmudur; ama diğer yandan eşcinsellere evlilik hakkının tanınması için çalışıp çabalarlar.

Bunların askerlikten de hoşlanmadıkları yine herkesçe bilinir; ama eşcinsellerin askere alınmamasına da bütün güçleriyle karşı çıkarlar ve onlara askerlik yapma yolunun açılması için yalan-dolan da dahil olmak üzere her türlü çareye başvururlar.

Böylesine bir ikiyüzlülüktür, bir nifak cereyanıdır sapıkların hareketi. Bu yüzden de iyiliği teşvik edip kötülükten sakındırdıkları hiç görülmez. Bilâkis, münafıkların iyiliği men’ edip kötülüğü teşvik ettiklerini Kur’ân bize haber veriyor, hal-i âlem de sayısız vak’alarla doğruluyor.[9]

Geride kalan kocakarı olmayın

Sapık cereyanların yoğun propagandaları, ne yazık ki, bazılarımızı bu konuda daha müsamahalı bir bakış açısını benimsemeye sevk edebiliyor. Hattâ, bu dostlarımız arasında, farkına varmadan sapıkların kullandığı dili kullanmaya başlayanları bile ne yazık ki görebiliyoruz.

Bu dostlarımıza önce şunu hatırlatalım ki, bütün bu yazdıklarımız, sapıklıkları aleniyete döken, meşrulaştırmak ve yaygınlaştırmak için açıkça faaliyet gösteren, dinimizin de “mücahir” olarak nitelediği ve “Allah’ın affetmeyeceği kimseler” arasında saydığı[10] kişiler hakkındadır. Bunlara karşı dinde hiçbir müsamaha belirtisi göremiyoruz.

Tam tersine, toplumda sapıklığı yaymak isteyenlere karşı gösterilen müsamahanın elîm âkıbetine dair pek çok uyarılar görüyoruz. Bunun en açık örneği, Lût aleyhisselâm’ın karısı ile ilgili olan uyarılardır.

Sapık cereyanların propagandalarına hoşgörü ile yaklaşanlar, onlarla aynı âkıbeti paylaşabilirler.

Lût kavminin helâkini anlatan âyetler, o kavimle beraber bir kişinin daha aynı korkunç âkıbeti paylaştığını hatırlatır.

Bu, bir peygamber hanımıdır. Fakat mücrim kavimle olan alâkası – ki bu alâkanın ne seviyede olduğu konusunda Kur’ân bize bir bilgi vermiyor – onun helâkine sebep olmuştur.

Lût aleyhisselâmın karısı, Kur’ân-ı Kerim’de “kâfirlere örnek” olarak gösterilir ve hıyaneti sebebiyle kocasının dahi onu kurtaramadığı hatırlatılır.[11]

Lût kavminin helâkine dair haberlerde Kur’ân’ın sürekli olarak bize bu kadını hatırlatması hepimizi ciddî bir muhasebe içinde bulunmaya sevk etmelidir.

Dünyanın bütün şeytanlarının bütün şeytanlıklarını sergilediği bir konuda, yoğun propagandaların tesiri altında kalarak dilimize, hal ve tavırlarımıza bulaşan bazı söz ve davranışların farkına varamayabiliriz.

Propagandalar sürekli ve çeşitli olduğu için, bir günkü müteyakkız halimiz, bir başka gün için teminat teşkil etmeyebilir.

Onun için, (1) İslâm’ın en küçük bir müsamaha göstermediği bir konuya hiçbir zaman ve hiçbir surette sempati veya hoşgörüyle yaklaşma hakkımızın bulunmadığını, (2) aksi takdirde, yersiz bir hoşgörünün bizi geride kalan kocakarı durumuna düşürüp Allah’ın lânetlediği bir toplulukla aynı âkıbete duçar edebileceğini hiçbir zaman hatırdan uzak tutmamak, hepimiz için önde gelen bir iman problemini teşkil etmektedir.

Şimdi Kur’ân’ın tekrar tekrar bize bir ibret dersi olarak hatırlattığı Lût kavmi ile ilgili haberlerini bir daha toplu bir şekilde okuyalım:

***

ARKADA KALIP HELÂK OLANLAR

Lût’u peygamber olarak gönderdiğimizde, o da kavmine dedi ki: “Sizden evvel dünyada hiç kimsenin yapmadığı iğrenç bir işi nasıl yapıyorsunuz?

“Siz kadınları bırakıp, erkeklere şehvetle yaklaşıyorsunuz. Gerçekten siz haddini iyice aşmış bir kavimsiniz.”

Kavminin ona verdiği cevap, “Bunları ülkenizden çıkarın; bunlar temizliğe fazla düşkün insanlar!” sözünden başka birşey değildi.

Biz de Lût’u ve ailesini kurtardık — ancak karısı müstesna; o geride kalıp helâk olanlardan idi.

Onların üzerine ise bir azap yağmuru yağdırdık. İşte bak, mücrimlerin sonu nasıl oldu!

A’râf, 7:80-84

***

GERİ ÇEVRİLMEYECEK BİR AZAP

İbrahim’e de elçilerimiz müjdeyle gelmişler ve “Sana selâm olsun” demişlerdi. İbrahim “Size de selâm olsun” dedi ve çok geçmeden, onlara kızartılmış bir buzağı getirdi.

Ellerinin yemeğe uzanmadığını görünce bundan hoşlanmadı ve içine bir korku düştü. Onlar “Korkma,” dediler. “Biz Lût kavmine gönderildik.”

Ayakta onları dinleyen İbrahim’in hanımı buna güldü. Biz de onu İshak ile, İshak’ın ardından da Yakub ile müjdeledik.

“Eyvahlar olsun!” dedi. “Bu kocamış halimle mi doğuracağım? Üstelik kocam da bir pir-i fani iken! Bu çok tuhaf birşey!”

Onlar “Allah’ın işine mi şaşıyorsun?” dediler. “Allah’ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olsun, ey hane halkı. O hamd edilmeye lâyıktır ve şanı pek yücedir.”

Korkusu gidip de müjdeyi alınca İbrahim Lût kavmi hakkında Bizimle tartıştı.

Gerçekten İbrahim yumuşak huylu, içli ve kendisini Allah’a vermiş biriydi.

“Vazgeç bu işten, ey İbrahim,” dediler. “Artık Rabbinin emri gelmiştir. Onlara, geri çevrilemeyecek bir azap ulaşmak üzere.”

Elçilerimiz kendisine geldiğinde, Lût bundan çok sıkıldı, göğsü daraldı, “Bugün pek çetin bir gün olacak” dedi.

Derken kavmi koşarak geldiler ki, ondan önce de zaten o kötü fiili işlemekteydiler. Lût, “Ey kavmim, işte şunlar kızlarım,” dedi. “Onlar sizin için daha temizdir.  Allah’tan korkun ve beni misafirlerime rezil etmeyin. İçinizde hiç aklı başında adam yok mu?”

“Sen de biliyorsun ki senin kızlarınla bizim bir işimiz yok,” dediler. “Bizim ne istediğimizi pekalâ biliyorsun.”

Lût “Keşke size yetecek gücüm olsaydı,” dedi. “Veya sağlam bir dayanağa sığınabilseydim!”

Konuklar dediler ki: “Ey Lût, biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana el uzatamazlar. Gecenin bir vaktinde ailenle birlikte yola çık. Hiçbiriniz geri dönüp bakmasın.  Ancak karın müstesna; kavminin başına gelen onun da başına gelecektir. Onların vadesi sabah vaktidir. Sabah ise yakın değil mi?

Emrimiz geldiğinde, oranın altını üstüne getirdik ve başlarına ateşte pişmiş taşları peş peşe yağdırdık.

O taşlar Rabbinin katında işaretlenmişti.  Böyle bir azap zalimlerden hiçbir zaman uzak değildir.

Hûd, 11:69-83

***

İZLERİ HÂLÂ YOL ÜZERİNDE

Yanına girdiklerinde “Selâm olsun” dediler. İbrahim “Biz sizden korkuyoruz” dedi.

“Korkma,” dediler. “Biz seni bilge bir oğulla müjdeliyoruz.”

“Beni mi müjdeliyorsunuz?” dedi. “Bu yaşlı halimle bana neyin müjdesini veriyorsunuz?”

“Biz seni hak ile müjdeliyoruz,” dediler. “Sakın ümit kesenlerden olma.”

İbrahim “Sapkınlardan başka kim Rabbinin rahmetinden ümit keser?” dedi.

“Elçiler, işiniz nedir?” diye sordu.

Dediler ki: “Biz mücrim bir kavme gönderildik.

“Yalnız Lût’un ailesi müstesna; onların hepsini kurtaracağız.

“Ancak karısını geride kalacaklar arasında bıraktık.”

Derken elçiler Lût’un evine geldiler.

Lût “Siz yabancı kimselersiniz” dedi.

Dediler ki: “Biz sana onların şüpheyle karşıladığı ceza ile geldik.

“Biz sana hak ile gelmiş bulunuyoruz; ve biz sözünde sadık olan kimseleriz.

“Gecenin bir vaktinde aileni yola çıkar; sen de arkalarından onları izle. Hiçbiriniz dönüp arkasına bakmadan,  size emredilen tarafa gidin.”

Böylece Lût’a şu emri tebliğ ettik ki, sabaha çıktıklarında onların kökü kesilmiş olacaktır.

Derken şehir halkı sevinç içinde geldi.

Lût “Bunlar benim konuklarım,” dedi. “Beni utandırmayın.

“Allah’tan korkun da beni rezil etmeyin.”

“Biz seni el âlemin işine karışmaktan men etmemiş miydik?” dediler.

Lût “Bir iş yapacaksanız, işte şunlar kızlarım” dedi.

Hayatın hakkı için, onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı.

Gün doğarken o korkunç ses onları yakaladı.

Şehirlerinin altını üstüne getirdik ve başlarına ateşte pişmiş taşlar yağdırdık.

İnce anlayışlılar için bunda ibretler vardır.

O beldenin izleri, hâlâ yol üzerindedir.

Bunda da mü’minler için ibretler vardır.

Hicr, 15:52-77

***

NE KÖTÜ BİR YAĞMUR!

Lût kavmi de peygamberlerini yalanladı.

Kardeşleri Lût onlara “Sakınmıyor musunuz?” demişti.

“Ben size güvenilir bir elçiyim.

“Allah’tan korkun ve bana itaat edin.

“Hizmetim için sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim Âlemlerin Rabbine aittir.

“Siz âlemlerin içinden erkeklere yaklaşıyor da,

“Rabbinizin sizin için yarattığı hanımlarınızı bırakıyor musunuz? Doğrusu, siz haddini aşan bir topluluksunuz.”

“Ey Lût,” dediler. “Eğer bu işten vazgeçmezsen ülkeden sürülürsün.”

Lût dedi ki: “Ben sizin yaptığınız işten şiddetle nefret edenlerdenim.

“Rabbim, beni ve ailemi bunların yaptıklarından kurtar!”

Onu ve bütün ailesini kurtardık.

Birtek geride kalan kocakarı hariç.

Diğerlerini ise helâk ettik.

Üzerlerine bir azap yağmuru indirdik. Uyarılmış olanlar için ne kötü bir yağmurdu o!

İşte bunda bir âyet vardır. Fakat onların çoğu yine iman etmez.

Şuarâ, 26:160-174

***

“BUNLAR TEMİZLİĞE FAZLA DÜŞKÜN”

Lût’u da peygamber olarak gönderdiğimizde, kavmine dedi ki: “Göz göre göre o hayâsızlığı mı işleyip duruyorsunuz?

“Kadınları bırakmış, erkeklere şehvetle yaklaşıyorsunuz. Ne kadar cahil bir kavimsiniz siz!”

Kavminin ona cevabı, “Lût’u ve ailesini yurdunuzdan çıkarın; çünkü bunlar temizliğe fazla düşkün insanlar” demekten ibaret oldu.

Biz de onu ve ailesini kurtardık—karısı dışında; çünkü onu geride kalanlar arasında takdir etmiştik.

Üzerlerine de bir yağmur yağdırdık ki! Uyarılmış olanlar için ne kötü bir yağmurdu o!

Neml, 27:54-58

***

ONLARDAN KALAN İŞARETLER

Lût’u peygamber olarak gönderdiğimizde, o da kavmine dedi ki: “Sizden evvel dünyada hiç kimsenin yapmadığı iğrenç bir işi yapıyorsunuz.

“Hâlâ erkeklere şehvetle yaklaşmaya, yol kesmeye, toplantılarınızda hayâsızlık yapmaya devam edecek misiniz?” Kavminin ona verdiği cevap, “Doğru söylüyorsan bize Allah’ın azabını getir” demekten ibaret oldu.

Lût “Rabbim, bu bozguncular güruhuna karşı bana yardım et” dedi.

Elçilerimiz İbrahim’e müjdeyi getirdiklerinde,  “Biz o belde ahalisini helâk edeceğiz,” dediler. “Çünkü oranın halkı zalim olup çıktı.”

İbrahim “Orada Lût da var” dedi. “Orada kimin olduğunu biz çok iyi biliyoruz,” dediler. “Onu ve ailesini kurtaracağız. Ancak karısı müstesna; o geride kalanlardan olacak.”

Elçilerimiz kendisine geldiğinde, Lût bundan çok sıkıldı, göğsü daraldı. Onlar “Korkma ve üzülme,” dediler. “Biz seni ve aileni kurtaracağız. Ancak karın müstesna; o arkada kalanlardan olacak.

“Yoldan çıkmakta direttikleri için, bu belde ahalisinin üzerine gökten azap indireceğiz.”

Akıl sahibi bir topluluk için, Biz o beldeden geriye apaçık bir işaret bırakmışızdır.

Ankebût, 29:28-35

***

AKIL ETMEYECEK MİSİNİZ?

Lût da peygamber olarak gönderilenlerdendi.

Biz onu da, bütün ailesini de kurtardık.

Ancak geride kalan kocakarı müstesna.

Sonra diğerlerini helâk ettik.

Sabah akşam onların yurtlarından geçiyorsunuz. Hâlâ akıl etmeyecek misiniz?

Sâffât, 37:133-138

***

İBRET ALACAK NEREDE?

Lût kavmi de uyarıcıları yalanladı.

Biz de onların üstüne taş yağdırdık. Ancak Lût’un ailesi müstesna — onları seher vakti kurtardık.

Bu ise katımızdan bir nimet idi. Şükredeni Biz böyle ödüllendiririz.

Lût onları şiddetli azabımız hakkında uyarmıştı; fakat onlar uyarıları şüpheyle karşıladılar.

Onlar Lût’un konuklarına kötülük etmeye niyetlendiler; Biz de onların gözlerini kör ettik, “Tadın azabımı ve uyarılarımın sonucunu” dedik.

Bir sabah vakti, yakalarını bir daha bırakmayacak bir azap onları yakalayıverdi.

Şimdi tadın azabımı ve uyarılarımın sonucunu!

And olsun, Biz Kur’ân’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Fakat hani ibret alacak olan?

Kamer, 54:33-40

***

Toplumsal Cinsiyetten Toplumsal Cinnete

“Toplumsal Cinsiyetten Toplumsal Cinnete” adlı kitaptan alınmıştır. Kitaba şu adresten erişebilirsiniz:

https://www.kitapyurdu.com/kitap/toplumsal-cinsiyetten-toplumsal-cinnete/511945.html&filter_name=toplumsal%20cinsiyetten%20toplumsal%20cinnete

***


[1] Maureen Salamon, “My Son’s Boyfriend Is Not His Friend,” Atlantic, June 28, 215, http://www.theatlantic.com/entertainment/archive/2015/06/friend-gay-relationship-language-evolution/397028/?utm

[2] En’âm, 6:151; A’râf, 7:33.

[3] Bakara, 2:168-169.

[4] Nur, 24:21.

[5] En’âm, 6:112.

[6] Cin, 72:6.

[7] Buharî, Enbiyâ: 54; Edeb: 78; Ebû Dâvud, Edeb: 6; İbni Mâce, Zühd: 17.

[8] Muvatta’, Hüsnü’l-huluk: 2.

[9] “Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirinin cinsindendir. Kötülüğü emrederler, iyilikten sakındırırlar.” Tevbe sûresi, 9:67.

[10] Buharî, Edeb: 60; Müslim, Zühd: 52.

[11] Talâk sûresi, 66:10.


Daha önceki yayın tarihleri: Haziran 2020, Temmuz 2015

11 Ekim 2022 Salı

Bu kelâmla buraya kadar


   
Kur'ân'ın bize Allah'ı nasıl tanıttığını Resulullahın uygulamalarıyla birlikte incelediğimizde, ilm-i kelâm yöntemlerinin bu yoldan ciddî şekilde ayrılmış bulunduğunu, ihtiyaca cevap veremeyişinin başlıca sebebinin de burada yattığını görüyoruz. Açıkdeniz dergisinin 4. sayısından:

ÜMİT ŞİMŞEK

Sevgisiz din dilini ve yol açtığı sonuçları ele aldığımız geçen ayki yazıda, bu durumu doğuran asıl sebebin, dinin en temel noktasında, yani Allah’ı tanıma ve tanıtma konusunda yattığı sonucuna varmıştık. Aynı sayıda mülâkatı yayınlanan eski Diyanet İşleri Başkanımız Prof. Dr. Mehmet Görmez de aynı problemi dile getirdi ve kelâm ilminin yeni baştan inşa edilmesi gerektiğini söyledi.

İslâm akaidinin temel kaynağı olan Kur’ân-ı Kerimin Allah’ı nasıl tanıttığını ve onu bize hem sözlü, hem de uygulamalı olarak Resulullahın nasıl öğrettiğini inceleyecek olursak, bizim bugün takip ettiğimiz yöntemlerle arada büyük farklar bulunduğu ortaya çıkacak, hattâ oradan buraya nasıl geldiğimiz konusunda bizi hayrete düşürecektir. İyimser tarafından bakacak olursak, bu hayretin bize yeni bir ilm-i kelâm inşasında yol göstereceğini umabiliriz. Biz de bu ümitle, Kur’ân’ın Allah’ı bize nasıl tanıttığını, hem nüzul ve hem de tertip sırasıyla ve Resulullahın açıklama ve uygulamalarının ışığında incelemeye çalışacağız. Bu incelememiz sırasında ortaya çıkacak olan tesbitlerin, Allah’ı Onun bize kendisini tanıttığı gibi tanımak ve bu bilgiyi zamanımız insanına sağlıklı bir şekilde aktarmakta yol göstereceğini umuyoruz.

***

Herşeyden önce, bizim ilmihal ve kelâm kitaplarımızda karşılaştığımız tasnifatın, geçen yazımızda da temas  ettiğimiz gibi, daha işin başında Kur’ân’dan ciddî şekilde ayrıldığını ve birtakım rötuşlarla bu ayrılığı gidermenin mümkün olmadığını en başta kabullenmemiz gerekiyor. Problem, ilm-i kelâmın doğru veya yanlış yapmasında değil, tasnifat yapmış olmasındadır. Mezhepler arası ve mezhepler içi tartışmaların en somut neticesi, selbî ve sübutî sıfatlarla ve Allah’ın Kur’ân’da kendisini tanıtmadığı bir yöntemle yapılan bir ilâh tanımı ortaya çıkarmak olmuştur ki, hayat-ilim-irade-kudret-sem’-basar-kelâm’dan ibaret olan ve Allah’ın rahmetinden, adaletinden ve muhabbetinden söz etmeyen bu tanım üzerine sağlıklı bir akaidin inşa edilemeyeceği aşikârdır ve bu gerçek artık kabullenilmelidir.

Bu konuda sağlıklı bir bakış açısını işin en başında yakalayabilmek için, doğrudan doğruya akaidimizin temel kaynağı olan Kur’ân-ı Kerime yönelmenin ve onu, hem tertibi ve muhtevâsı itibarıyla, hem de nüzul sırasına göre incelemenin en doğru yol olduğunu düşünüyoruz.

Nüzul sırası, Kur’ân’a ilk olarak muhatap olan ve ondan aldıkları dersle dünyaya meydan okuyan ve bir medeniyetin temellerini atan insanların âleminde böyle bir imanı Kur’ân’ın nasıl inşa ettiğini göstereceği için, konuya bu açıdan girmeyi tercih ediyoruz. Daha sonra, konuyu Kur’ân-ı Kerimin tertibi açısından ele almak da tekemmül etmiş bir eğitim programının esaslarını ortaya çıkaracaktır.

***

Mekke ve Medine’de inen âyetleri genel planda karşılaştırdığımız zaman ortaya çıkan tabloda en ziyade dikkatimizi çeken husus şudur:

Mekke döneminde inen sûrelerde Lâfza-i Celâlden ziyade Rab ismi ön planda iken, Medine döneminde durum değişmiş ve Allah lâfzı Rab isminin açık farkla önüne geçmiştir. Oysa Kur’ân’da en çok geçen İlâhî isim Lâfzullah’tır ve 2697 yerde karşımıza çıkar, ondan sonra en çok kullanılan isim olan Rab ismi ise 970 yerde geçer. Fakat Kur’ân’ın yüzde 60’ını teşkil eden Mekke dönemi sûrelerinde çoğunluk bilâkis Rab ismi lehindedir.

Bu ismin kullanılışında bir başka özellik daha dikkatimizi çekiyor:

İlk olarak inen sûrelerde çoğunlukla Rab ismi ikinci muhatap kişiye izafeten “senin Rabbin” şekilde geçmektedir.

Daha sonra, Mekke devrinin ilerleyen zamanlarında ise, bu ibarenin yanı sıra, “onun Rabbi, sizin Rabbiniz, onların Rabbi, sizin ve atalarınızın Rabbi, bu beldenin Rabbi, doğunun ve batının Rabbi, sizin ve öncekilerin Rabbi, yerin Rabbi, göklerin Rabbi,  göklerin ve yerin Rabbi, yedi göğün Rabbi, âlemlerin Rabbi, büyük Arş’ın Rabbi” gibi tamlamalarla, bütün varlık âlemini kuşatan bir rububiyet tablosu tasvir edilmiştir. Bu durumun ortaya çıkardığı tabloyu tasavvur etmek zor değildir:

Hirâ mağarasında ilk olarak inen âyetten başlamak üzere, Kur’ân’a muhatap olan insanlar bu hitabın doğrudan doğruya kendi Rabbinden geldiğini görüyor ve Onun tarafından muhatap alınmanın ayrıcalığını yaşıyorlardı. O günün şirke batmış ve Allah ile doğrudan temas kurulamayacağına inandığı için araya bir yığın şefaatçiler koymuş toplumunda şu hitapların nasıl bir müjde teşkil ettiğini tasavvur etmek çok zor değildir:

Rabbinin adıyla oku. Çok kerîm olan Rabbin. Dönüş Rabbinedir. Rabbinin nimeti sayesinde. Doğru yoldan sapanları en iyi Rabbin bilir. Rabbinin adını an. Rabbinin büyüklüğünü an. Rabbin için sabret. . .[1]

Bu arada iki ilginç şey daha cereyan ediyor:

Birincisi: İlk olarak inen âyet “Oku” emriyle başlıyor ve ardından da yazmaktan söz ediyor, “Kalemle yazmayı senin Rabbin öğretti” diyor. Hemen arkasından inen sûre ise daha ilk âyetinde kaleme ve yazdıklarına yemin ederek söze başlıyor.

İkincisi: Alâk sûresinin ardından inmeye başlayan Kalem sûresi, kaleme ve yazdıklarına ettiği yemini, Allah elçisinin ahlâk yüceliğine bağlıyor ve böyle yapmakla bu üstün ahlâkı ona iman eden ve edecek olan kimselere hedef olarak gösteriyor. Ondan sonra da kötü ahlâkın her türlüsünden ve kötü ahlâklılardan sıkı sıkıya sakındırmalar geliyor:

Yolundan sapanları Rabbin çok iyi bilir; doğru yolda olanları en iyi bilen de Odur.
Yalanlayanların sözüne uyma.
Onlara yaltaklanmanı isterler, tâ ki onlar da sana yaltaklansınlar.
Uyma sen çok yemin edene, aşağılık kimseye,
Başkasını çekiştirene, söz taşıyana,
Hayra engel olana, haddini aşana, çok günahkâr olana,
Kaba ve katı kalpli, üstelik ne idüğü belirsiz olana.
Malları, oğulları var diye uyma onlara.[2]

Bu şekilde başlayan talim ve terbiye, daha sonra inen âyetlerle de yine iman-marifet-ilim-ahlâk ekseninde ve hayatın bütün alanlarını kapsayacak şekilde devam edecektir. Böylece, Mekke döneminde inen âyetlerin seyrinde Allah’ı Rab isminin mahlûkat tabakalarındaki tecelliyatıyla tanıtan ve ilim ile ahlâk esasları üzerine bina edilmiş bir eğitim programıyla karşılaşıyoruz. “Neden Lâfza-i Celâl değil de Rab ismi?” denecek olursa:

Allah ism-i celîli Allah Teâlânın kendisine mahsus özel isim olduğundan, herhangi bir ek almaz. Meselâ “yerin Allah’ı, göklerin Allah’ı, insanların Allah’ı” gibi ifadelerle kullanılmaz. (“Yâ Allah” mânâsındaki “Allahümme” kelimesi bir istisnadır; dilimizdeki “Allahım!”[3] hitabı da bu anlamda bir istisna değerlendirilmelidir.) Oysa Kur’ân’ın indiği dönemdeki muhatapları Allah’ı biliyorlar, lâkin Onu çok yüksekte ve uzakta, sıradan insanların muhatap olamayacağı bir varlık olarak görüyorlar ve ancak araya koydukları şeriklerin vasıtasıyla dileklerini Allah’a ulaştırabileceklerine inanıyorlardı. Hem malikiyet, hem de terbiye anlamlarını barındıran Rab unvanı ise, daha ilk hitaplarında peş peşe “Senin Rabbin, senin Rabbin, senin Rabbin” diyerek muhatabını dosdoğru Allah’ın huzuruna çıkarırken, Onun aynı zamanda doğuların, batıların, yerin, göklerin, cansızların, canlıların, bütün insanların, bütün meleklerin ve bütün âlemlerin Rabbi olduğunu da tekrar tekrar hatırlatıyor ve hiçbir aracıya en küçük bir fırsat tanımaksızın doğrudan doğruya onunla konuşuyor, onu bütün mahlûkatının üzerine çıkararak kendisine muhatap alıyor, bu iltifatında ona rahmet ve muhabbetinin en şirin cilvelerini tattırıyor ve eriştiği bu yüce nimetlerden çok daha yükseklerini hedef olarak gösteriyordu. Bunlar, ilim sayesinde ve Rabbinin esmâsına mazhariyetin bir sonucu olan üstün ahlâk güzellikleriyle süslenmek suretiyle erişilebilecek hedeflerdi. Ve bu hedefler, kendisini “senin Rabbin” diye tanıtan Yer ve Gökler Rabbinin hitabına cevap veren herkese – evet, zenginiyle-yoksuluyla, erkeğiyle-kadınıyla, siyahıyla-beyazıyla, kölesiyle-efendisiyle herkese! – aynı derecede yakın görünüyordu.

***

Rab ismi üzerinden verilen bu eğitim, on üç sene kadar süren Mekke dönemi boyunca devam etti. Bu arada âyetlerdeki Lâfza-i Celâl ile Rab ismi arasındaki oran değişmeye başladı. Nihayet Medine devrine gelindiğinde bu oran tamamen tersine dönecek, bir Rab ismine karşılık on kadar Lâfza-i Celâl ile bir dengeye kavuşacak, bir başka tabirle, Rab isminin baş rolü oynadığı bir eğitim süreci içinde, ona tâbi olarak daha başka esmâ ve fiillerin de tanımlarıyla, kendisini Allah olarak isimlendirmiş olan Zât-ı Zülcelâl en mükemmel bir şekilde tanımlanmış olacaktı.

Bu eğitimin gücünü ve müessiriyetini tasavvur edebilmek için, hangi şartlar altında cereyan ettiğini de unutmamak gerekir. Kur’ân’ın ilk muhatapları, bizim gibi rahat koltuklarında oturarak kitabını okuyan kimseler değildi. Onlar bu imanlarını açıklamanın, hattâ açıklamak bir yana dursun, kitabın bir âyetine ulaşmanın dahi her türlü tehlikeyi davet ettiği bir ortamda bu tevhid dersini aldılar. Zulüm, baskı, işkence, ambargo, kıtlık, ölüm gibi akla gelebilecek her türlü eziyete katlanmak zorunda kaldılar. Vahyin kesildiği uzun zamanlar yaşandı. Sıradan insanlara, bütün âlemi kendilerine düşman ettikten başka Rableri tarafından da terk edilmiş hissini yaşatacak şartlara maruz kaldılar. Daha ilk andan itibaren kendilerini doğrudan doğruya Âlemlerin Rabbiyle irtibatlandıran eğitimleri, onların bu imtihandan yüz akıyla çıkmalarında, hiç şüphesiz, baş rolü oynuyordu. Bu eğitim onlara Rableriyle aralarına hiç kimseyi sokmamayı kesin bir şekilde öğretirken, aynı zamanda kendilerinin de Rableri katında bir değer sahibi olduklarını ve Allah tarafından çok önemli haklara sahip kılındıklarını gösteriyordu. Çekilen sıkıntılar bu büyük eğitimin muhtelif alan ve seviyelerdeki tatbikatlarından başka birşey değildi.

***

Sahabîler Rableriyle aralarına hiçbir şeyi sokmamayı daha yolun başlarında iken öğrendiler. Gerçi aralarında Allah tarafından kendilerine gönderilmiş bir elçi vardı, ama o da kendileri gibi bir beşer ve bir kuldu. Yine de, vahye mazhar oluşu sebebiyle önceleri onu kendilerinden biraz daha farklı bir mevkide görüyorlar ve bu da “Allah’ın ve Muhammed’in dilediği olur” şeklindeki ifadelerle sözlerine yansıyordu. Bu durum, Hz. Aişe’nin anne-bir kardeşi Tufeyl b. Sahbere’nin gördüğü bir rüyaya kadar devam etti.

Tufeyl, rüyasında önce Yahudilerden, sonra da Hıristiyanlardan bir toplulukla karşılaştığını görmüştü. Bu topluluklardan birincisine “Üzeyr için Allah’ın oğlu demeseydiniz ne güzel olurdu,” ikincisine de “İsa Allah’ın oğlu demeseydiniz ne güzel olurdu” deyince, her ikisinden de aynı cevabı aldı:

“Siz de Allah’ın ve Muhammed’in dilediği olur demeseydiniz ne güzel olurdu!”

Tufeyl bu rüyayı Resulullaha anlatınca, o da namazdan sonra cemaate hitap ederek Tufeyl'in rüyasını anlattı ve şöyle dedi:

"Siz bir söz söylüyordunuz, ancak sizden utandığım için engel olamıyordum. Sakın 'Allah'ın dilediği ve Muhammed'in dilediği olur' demeyin."[4]

Şunu hiçbir zaman unutmamalıyız: Âhirzaman Peygamberinin getirdiği tevhid dini, insanları bir anda Rabbine bağlıyor, hiçbir şekilde Ona hiçbir ortak kabul etmiyor, bu hususta bir tedriç de gözetmiyordu. Fakat diğer bir açıdan bakınca, bu, kul için daha iman eder etmez imanına karşılık Âlemlerin Rabbinden aldığı bir ödül anlamını da taşıyor, hattâ imtiyazlar da getiriyordu. Çünkü bir mü’min olarak artık o kul Allah’ın himayesine girmiş, doğrudan doğruya kendisine yönelen lütuflarına mazhar olmuş, bizzat ve kasten kendisini bulan rahmet ve muhabbetiyle kuşatılmış bir hayat sürdüğünü biliyordu.

***

Bütün bu tesbitlerden çıkarabileceğimiz derslerin en önemlisi herhalde şu olmalıdır:

Âhirzaman Peygamberinin getirdiği ve Kur’ân’ın bize öğrettiği tevhid dini, insanları bir anda Rabbine bağlamış ve bu konuda ne tedriç, ne de istisna kabul etmemiştir. O insanların iman ettikleri Rabbü’l-Âlemîn, aynı zamanda her birinin de bizzat muhatabı olan, onu görüp gözeten, rızıklandıran, koruyan, ona yol gösteren, onun dualarını dinleyen ve ona cevap veren Rabbidir. Bu konuda, Peygamberlerinin dahi öğretmekten ve yol göstermekten başka hiçbir rolü ve tesiri yoktur. Bütün âlemin düşmanlığına muhatap olan bir avuç insanı âleme galebe ettiren, Âlemlerin Rabbiyle aralarındaki bu ahidden başka bir şey değildir.

Bu ahidde her iki tarafın da yükümlülükleri vardır. Kulun en büyük yükümlülüğü Rabbine hiçbir şeyi ortak koşmadan sadece Ona kulluk etmek, sonra Onun emir ve yasaklarına riayet etmek, kusur işlediğinde yine Ona yönelerek rahmetini talep etmek, hiçbir zaman Onun rahmetinden ümidini kesmeden Ona olan kulluğunun icaplarını elinden geldiğince yerine getirmeye çalışmaktır.

Buna karşılık, kulun maddî ve manevî her alanda velâyetini deruhte etmek, bu cümleden olarak onu rızıklandırmak, koruyup gözetmek, talip olduğunda ona ilim öğretmek, mahlûkatının sırlarını ona açmak ve onları kulun hizmetine sunmak, istiğfar ile kapısına geldiğinde mağfiretiyle uğurlamak, her bir iyiliğine en az on kat ödül vermek, yardım istediğinde yardımsız bırakmamak, hiçbir şeyi ortak koşmaksızın Rabbinin huzuruna çıktığında onu Cehenneme atmamak gibi yükümlülükler de Allah’ın mü’min kuluna karşı kendi üzerine yazdığı taahhütler arasındadır. Ve bu hususlar, huzur-u İlâhîde ibraz edeceği birer ahitname olarak gerek Allah’ın kitabında, gerekse Resulullahın hadislerinde sarih ifadelerle yer almış bulunmaktadır.[5] Dünyalıların adaletinde suçluya dahi ilk olarak haklarını okumak bir ilke olarak yerleşmişken, Allah’a iman ve kulluk etmeye çağırılan bir insana bu hakları öğretilmeksizin sadece Rabbinin kudretinden, azametinden, cezasından, azabından söz etmenin, üstelik bütün bunları Onun âdeti olmayan bir üslûpla dile getirmenin âdil ve gerçekçi bir yol olmadığı aşikârdır ve sonuç vermediği de sayısız tecrübelerle sabittir.

***

Hatırlayalım: Rab ismi, Allah Teâlâyı niteleyecek şekilde Kur’ân’ın 970 yerinde geçer; bunların büyük çoğunluğu da Mekkî âyetlerdedir. Yukarıda da temas ettiğimiz gibi, Mekkî âyetlerde geçen Rab isminin sayısı, Lâfza-i Celâlin önündedir; ancak bütün Kur’ân nazara alındığında, Lâfza-i Celâlin 2697 defa geçtiğini ve bunun çok büyük çoğunluğunun Medenî âyetlerde yer aldığını görürüz. Bununla beraber, Rab ismi, Lâfza-i Celâlden sonra Kur’ân’da en çok zikredilen isimdir ve bir özelliği de, yine yukarıda vurguladığımız gibi, her bir kul ile doğrudan doğruya irtibatlandırılacak şekilde Allah’ı nitelemesi, kulları ve bütün eşyayı gerek münferiden, gerekse toplu halde, doğrudan doğruya Âlemlerin Rabbine muhatap etmesidir.

Diğer Esmâya gelince: Bu isimleri bize öğreten âyetler de, hiç şüphesiz, Allah Teâlâyı tarif eden, Onu bize birçok yönden ve son derece zengin ve âhenkli bir tablo içinde anlatan âyetlerdir. Bunları Lâfza-i Celâlin ve Rab isminin zikredildiği âyetlerde tasvir edilen manzaranın içinde incelediğimiz zaman herşey yerli yerine oturur ve Allah Teâlâ hakkında yapılabilecek en doğru, en gerçekçi, en dengeli ve en güzel tanıma ulaşmış oluruz. Bu tanımın en ilginç tarafını hemen söyleyelim:

Mekke döneminde inen âyetlerde 115, Medine dönemi âyetlerinde ise (sadece Medenî âyetlerde yer alan) 20 kadar İlâhî isim yer almıştır. Bu isimlerden 6’sı Mekkî, 1’i Medine dönemi âyetlerinde olmak üzere, sadece 7 (yazı ile YEDİ) tanesi şiddet veya tehdit anlamını içeren isimlerdir: Kahir, Kahhâr, Serî’u’l-İkab, Şedîdü’l-İkab, Zü’ntikam, Münzir ve Cebbâr. Evet, toplam 135 isim içinde sadece 7 isim![6]

Buna karşılık, Allah’ın kuluna karşı lütufkârâne muamelesini dile getiren rahmet, şefkat, muhabbet, mağfiret gibi sıfatlarından Kur’ân-ı Kerimde sadece “rahmet” anlamını içeren İlâhî isimlerin sayısı 7’yi bulur; sadece “mağfiret” (ğ-f-r) kökünden gelen isimlerin sayısı da yine 7’dir.[7] Bunların dışındaki isimlerin de pek çoğu Allah’ın kullarına olan lütuf, ihsan, hidayet, nusret, dualarına icabet, muhabbet, meveddet, velâyet, iyilik, yardım, re’fet, rızık, âfiyet gibi nimetlerini ifade eden isimlerdir. Geri kalan Esmâ ise Allah’ın yüce sıfatlarını bize tanıtır ve genel tablodan çok rahat şekilde anlaşılacağı gibi, bu yüce sıfatların, yani sonsuz ilim, irade, kudret, görme, işitme, azamet, kibriya gibi sıfatların, mü’min için her derdine deva, her ihtiyacına cevap, her sıkıntısına çare, her arzusuna cevap bulacağı sonsuz birer hazine anlamını taşıdığını anlatır, Allah’tan başka rab tanımayan kulların cümlesini bu sonsuz hazinelerden sonsuza kadar yararlanmaya çağırır.

***

İlâhî sıfatların tasnif ve tanımında Kur’ân’ın çizgisinden uzaklaştığımız bir diğer önemli nokta da selbî sıfatlar konusunda ortaya çıkmaktadır.

Kur’ân’ın Allah’a dair tanımları ekseriyetle müsbet ifadeler içerir, yani “ispat” eder. Nefiy söz konusu olduğu zaman ise, nefyettiği şey daima Allah’ın mâsivâsı olur. Bizim – belki de farkına bile varmadan – uzaklaştığımız nokta da çoğunlukla burasıdır.

Biz “Allah’ın görmesi bizimkine benzemez” deriz. Kur’an ise nefyi Allah’ın gayrısına verir, “Gözler Onu göremez, O ise bütün gözleri görür”[8] der.

Biz “Allah mekândan münezzehtir” deriz, çoğu zaman da Onun hiçbir mekânda olmadığını söyleriz. Kur’ân ise “Nerede olsanız O sizinledir,”[9] “Nerede olsalar O onlarladır”[10] der.

Biz çoğu zaman “Allah hiçbir şeye benzemez” deriz. Kur’ân ise “Hiç bir şey Allah’ın benzeri değildir”[11] der, “Hiçbir şey Allah’a denk olmamıştır”[12] der.

Bu iki ifade tarzının taşıdıkları anlamda bir fark olmadığını düşünebiliriz. Ancak beynimiz bizim gibi düşünmez. O, nefyedilen ve benzerini görmediğimiz şeyleri varlık olarak algılamamaya yatkındır. Meselâ yüze benzemeyen bir sima çizemez. Çiçeğe benzemeyen bir çiçek tasavvur edemez. Hiçbir şeye benzemeyen bir varlık da onun âleminde bir karanlık bölge olarak kalır. Akıl yürütme ile Onun varlığına kesin bir şekilde iman etse dahi, bunu duygularına ve dolayısıyla hayatına yansıtması hiç kolay olmaz, çoğu zaman da mümkün olmaz.

Buna karşılık, “her yerde bulunan,” hiçbir yerde bulunmayana nisbetle, “herşeyi gören,” görmesi bizim görmemize benzemeyene nisbetle varlık olarak algılanmaya çok daha yakındır. “Hiçbir şey Ona benzemez” derken, O zihnimizdeki muallâ mevkiini tek başına işgal etmeye devam eder; Ondan başka şeyler ise süpürülüp atılır, yokluk onların payına düşer. “Gözler Onu göremez” dediğimizde kusur doğrudan doğruya gözlere atfedilmiş olur; bunun arkasından gelen “O bütün gözleri görür” ifadesi ise, asıl görücü olanı, bütün gözlerin görmekten âciz kaldıkları bir yüce mevkie yerleştirir.

Kaldı ki, bu şekilde ifade edilmiş olsa bile Allah’ın varlığı ve sıfatları ile ilgili selbî ibareler az sayıdadır; Kur’ân-ı Kerimde hakim olan beyanlar ispat, tasvir ve tafsil yönündedir.[13]

Bahsimiz burada bitmiyor. Buraya kadar olan kısımda Kur’ân’ın iman ve marifetullah derslerini nüzul sırasına ağırlık verecek şekilde incelemeye çalıştık. Bundan sonraki bölümde ise, Allah nasip ederse, aynı konuyu Kur’ân-ı Kerimin tertibi ile ilim ve ahlâk bütünlüğü açısından ele almayı deneyeceğiz.

***

Açıkdeniz, 4. sayıdan

Bundan önceki bölüm: "Sevgiyi Nerede Kaybettik?"


[1] Bazı meal ve tefsirlerde bu hitapların başına eklenen “Ey Muhammed, ey Habibim” gibi ibareler maalesef ümmetin bu hitaplardaki hissesini saf dışı bırakmaktadır.

[2] Kalem sûresi, 68:7-14.

[3] Editörlere not: Lütfen bu kelimeye kesme işareti (apostrof) eklemeyiniz.

[4] İbni Mâce, Keffaret: 1; Dârimî, İsti'zân: 2; Müsned, 5:72 (Bu hadisin benzerleri için ayrıca bkz. Müsned, 1:214, 224, 283, 347; 5:384, 393, 394, 399).

[5] Böyle bir sözleşme insanların kendi aralarında aktedilmiş olsaydı, “Bir taraf diğerini çok kötü kandırmış” diyecektik!

[6] Bu oranı tersine çevirmekle bugünkü din dilimizin formülü elde edilir.

[7] er-Rahmân, er-Rahîm, zü’r-rahme, Hayru’r-râhimîn, Erhamu’r-râhimîn, zû rahme vâsia, er-Raûf, el-Ğafûr, el-Ğaffâr, Ğâfiru’z-zenb, Hayru’l-ğâfirîn, zû mağfira, Vâsi’u’l-mağfira, Ehlu’l-mağfira.

[8] En’âm, 6:103.

[9] Hadîd, 57:4.

[10] Mücadele, 58:7.

[11] Şûrâ, 42:11.

[12] İhlâs, 112:4.

[13] Bu meyanda ele alınması gereken ve akaidimizde önemli bir yer tutan konulardan birisi de müteşabihat konusudur; önemine binaen onu da ayrıca incelemek istiyoruz.