Dinin hedefi çoğulcu toplum

    
Birbirinden çok farklı zamanlarda, farklı şartlar altında ve farklı vesilelerle nazil olan âyetler, (1) dünya hayatının bir imtihandan ibaret olduğu, (2) herkesin bu imtihanda yolunu seçme özgürlüğüne sahip olduğu, (3) herkes için imtihan sonucunu sadece Allah’ın tayin edeceği gerçeğini vurgulamakta ve bu gerçeklerin ışığı altında, vicdanların tam anlamıyla özgür bırakıldığı, ahlâk ve faziletin hakim olduğu çoğulcu bir toplum hayatını öngörmektedir.

ÜMİT ŞİMŞEK
Açıkdeniz dergisinden

Allah’ı Kendi kitabının ve Resülünün tanıttığı gibi tanıyamayışımızın yol açtığı sonuçlar üzerinde uzunca bir süredir duruyoruz. Bu sonuçlar, son yazımızda da temas ettiğimiz gibi, sadece Allah inancının hayatımızdaki tesirini kaybetmesini sonuç vermekle kalmamış, bu suretle doğan otorite boşluğunun bizim gibi birer beşerden başka bir varlık olmayan sultanlar/krallar tarafından doldurulmasına ve onlara itaat ve isyanı Allah’a itaat ve isyan olarak değerlendiren bir doktrinin vücut bularak hayatımızın bütün alanlarını tesiri altına almasına sebep olmuştur. Bu tesirlerin en ziyade yıpratıcı olanı ise, Allah’ın kitabını ilk nesillerden çok farklı bir bakış açısıyla okumak ve onun temel kavram ve hedeflerine ilk nesillerden çok farklı anlamlar yüklemek şeklinde ortaya çıkmıştır.

İlk nesillerin Allah’a güzel bir kul olmak şeklinde özetleyebileceğimiz bir gayeleri vardı. Onlar bu gayenin ışığında rızasını kazandıracak vesileler arıyor; ahlâkını süslemek, fazilette yarışmak, komşuya iyilik yapmak, yoksulu doyurmak, yetimi barındırmak, muhtaçların yardımına koşmak, insanlara faydalı olmak, ellerinin ulaşabildiği her yerde hayatı herkes için güzelleştirmek gibi işlerle hayatlarını anlamlandırıyorlardı. Çünkü onlar her bir kula doğrudan yönelen, onu rahmetiyle kuşatan ve her an onunla beraber olan bir Rabbin yakınlığını, muhabbetini ve sıcaklığını yaşıyorlardı. Müslümanların itikadına felsefî tasnifat yön vermeye başladıktan ve hayatına da saltanat tepeden inme yöntemlerle yerleştikten sonra[1] o sıcaklık gitti, rahmet ve muhabbetin toplum aynasındaki yansımaları söndü, hedefler ve öncelikler dünyevîleşti; maddeten terakki etmek, güç sahibi olmak, iktidara gelmek, insanlara hükmetmek, ödül ve cezalar dağıtmak gibi hedefler hayatın ve itikadın egemen unsurları halini aldı. Bu hakikati en belirgin şekilde Kur’ân-ı Kerimin cihad ile ilgili âyetlerinin yorumunda görüyoruz. Örnek olarak, birbirinin benzeri olan şu iki âyete bakınız:

Onlarla fitneden eser kalmayıncaya ve din Allah için oluncaya kadar savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına düşmanlık etmek olmaz.[2]

Onlarla fitneden eser kalmayıncaya ve din tamamen Allah için oluncaya kadar savaşın. Eğer vazgeçerlerse, hiç şüphesiz, Allah onların yaptıklarını görmektedir.[3]

Bu âyetler, ilk bakışta, dünya üzerinde Müslümandan başka bir insan bırakmayacak şekilde savaşmayı emrediyor görünse de, durumun böyle olmadığı, biraz dikkat edildiğinde hemen fark edilecektir. Çünkü her iki âyette de savaş gerekçesi olan şey “fitne” olarak nitelenmekte ve fitne sona erdiğinde savaşa ihtiyaç kalmayacağı açıkça bildirilmektedir. Bu istisna ihmal edilir de dünyada İslâmdan başka bir din bırakmayacak şekilde savaşmanın emredildiği ileri sürülecek olursa, vicdan hürriyetini esas alan âyetlerin hepsini birden geçersiz saymak gerekecektir. Meselâ:

Dinde zorlama yoktur; artık doğru ile eğri birbirinden ayrılmıştır.[4]

Rabbin dileseydi yeryüzünde kim varsa hepsi birden iman ederdi. Yoksa insanları imana gelinceye kadar zorlayacak mısın?[5]

De ki: Hak, Rabbinizden gelendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.[6]

Biz insana yolu gösterdik. Artık ister şükreder, ister nankörlük eder.[7]

Sen çağrını yap. Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma. De ki: Ben Allah’ın indirdiği bütün kitaplara inandım. Bana sizin aranızda adaleti gözetmem emredildi. Bizim Rabbimiz de, sizin Rabbiniz de Allah’tır. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size; onun için aramızda tartışılacak birşey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplayacaktır; herkesin dönüşü Onadır.[8]

Bu âyetlerin tümünü bir arada okuduğumuz zaman, “Fitneden eser kalmayıncaya kadar savaşın” emrinin “İnsanlar hiçbir tehdit, korku ve baskı altında olmaksızın sadece Allah için dinlerini seçecek ve yaşayacak bir ortama kavuşuncaya kadar savaşın” mânâsına geldiği açıkça anlaşılmayacak mıdır? Bu sonuç Diyanet İşleri Başkanlığının Kur’an Yolu adlı tefsirinde şu şekilde özetleniyor:

Dinde zorlamanın yasaklanması "hakkın bâtıldan açıkça ayrılması" gerçeğine bağlanmıştır. Bu gerçek değişemeyeceğine, Kur'an ortada bulundukça yeniden hak ile bâtıl birbirine karışır hale gelemeyeceğine göre, buna dayalı bulunan hükmün değişmesi de (nesih) söz konusu olamaz. Resulullah Ehl-i Kitap olmayan kâfirlerden de cizye almıştır. Kâfirler barış isterlerse bunun kabul edilmesi emrolunmuştur (Enfal, 8:61). Kâfirlerle savaş emri "fitnenin ortadan kalkması ve dinin Allah için olması" (Enfal 8:39) gerekçelerine bağlanmıştır. Fitne zulümdür, düzensizliktir, anarşidir. "Dinin Allah için olması" bütün insanların İslâma girmeleri şeklinde anlaşılamaz, çünkü en azından Ehl-i Kitabın cizye vererek de olsa gayrımüslim olarak yaşamalarına izin verildiğinde ittifak vardır. Bütün bu naslar, gerçekler ve uygulamalar bir araya getirildiğinde ortaya çıkacak sonuç ve nihaî hüküm şu olmaktadır:

İnsanların zorla din değiştirmeleri hem imkânsız, hem de hükümsüzdür, bu sebeple de yasaklanmıştır. Savaş insanları zorla İslâma sokmak için değil, din yüzünden baskının ortadan kalkması, din ve vicdan hürriyetinin hayata geçirilmesi, güçlü olanların hukuku çiğnemelerinin engellenmesi içindir. Müslüman olmayanlar bu hak, hukuk ve hürriyet düzenine uydukları müddetçe kendi inançlarında kalma ve onu yaşama hakkına sahiptirler.[9]

“Dinin Allah için olması,” sadece İslâm için değil, bütün dinler ve inançlar, hattâ inançsızlıklar hakkında söz konusu olan bir şart olarak anlaşılmalıdır; yoksa bu şart sadece hak din hakkında geçerli kabul edildiği takdirde yine bir zorlama anlamına gelir ve kendi kendisini nakzeder. Gerçi Allah kendi yarattığı dünyada, kendi kulları Ondan başka tanrılara tapınmaya başladıkları zaman bir kısım kullarına bunu engelleme görevi verseydi kimseye haksızlık etmiş olmazdı. Lâkin her an Allah’a kulluk eden sayısız mahlûkatıyla dolu kâinata sakinlerinin gönülsüzce ibadet ettiği bir dünyanın katacağı hiçbir şey bulunmaz ve onun yaratılması hikmetli bir iş olmazdı. Oysa kendisine verilen yeteneklere bakıldığında açıkça anlaşılacaktır ki, insan, görmediği Rabbine görmüş gibi iman ve itaat edecek ve işlerinde Âlemler Rabbinin esmâ, sıfât ve şuûnâtının yansımalarını gösterecek pek büyük yeteneklerle donatılmıştır. Görmediği halde kendi iradesiyle Allah’a iman ve itaat etmesi için ise insana tercih fırsatının tanınması gerekir. Bu da, hiçbir zorlamaya muhatap olmaksızın, isteyenin iman ve istemeyenin de inkâr edebilmesi demektir. Onun bu hakkını sınırlamak, hangi yönde olursa olsun, imtihanın şartlarını ihlâl ve insanın yaratılış hikmetine müdahale etmek anlamını taşır.

Diğer yandan, Allah Teâlânın “bütün dinlere üstün gelmek üzere Resulünü hak din ile gönderdiği”[10] de bir gerçektir ve bu hedef de kulların vasıtasıyla gerçekleşecektir. Bunu ise, “İslâmın hak din olduğuna ve Allah’tan geldiğine dair delillerle diğer bütün dinlere üstün gelmesi”[11] şeklinde anlamak doğru olur. Aksi takdirde, bu üstünlüğü maddî güç ve silâh zoruyla gerçekleşecek bir üstünlük şeklinde tasavvur etmek de yine aynı sebepten dolayı mümkün değildir. Faraza böyle bir üstünlük sağlanacak olsa bile, bu, dinin maksadıyla bağdaşmayan bir sonuç olacaktır. Zira Yüce Allah bu dünyayı, üzerindeki akıl sahibi kullar gönüllerinden gelen bir şevk sonucu olmaksızın içlerinden bazılarının tehdidi altında Allah’a zahiren ibadet eder görünsünler ve hiç de istekli olmadıkları bir oyunun zoraki artistleri olarak rol yapsınlar diye yaratmamıştır.

 

Konuya yaratılıştaki tecelliyat zenginliği açısından yaklaştığımız zaman gördüğümüz manzara da bu hükmü desteklemektedir. Maddî cesameti itibarıyla uzayda bir nokta bile etmeyecek kadar küçük bir gezegen üzerinde milyonlarca tür canlının yaratılışı, bunların kendi içlerindeki tabaka tabaka farklılaşmalar, ecel kanunuyla bireylerin peş peşe gelip gitmesi, milyonlarca dünyanın ancak kaldırabileceği bir zenginliğin tek bir gezegen üzerinde sergilenmekte olduğunu gösteriyor. İnsan neslinde ise bu zenginlik, her bir insan bireyini siması, rengi, dili, sesi, his ve düşünceleri, yetenekleri, merakları, zevkleri ve hevesleri itibarıyla tek başına bir canlı türü seviyesine çıkaracak zenginliktedir. Fıtrat, bu zenginliğin ahlâkta ve fazilette de sergilenmesini ve İlâhî isimlerin çeşit çeşit ve mertebe mertebe tecellîlerinin sayısız insan fertlerinde yansıyarak yeryüzünü göklerin kuşatamadığı bir zenginliğe kavuşturmasını hedef almış görünmektedir. Bu hedefin gerçekleşmesi ise tam bir özgürlük ister. Tabii ki bu özgürlüğün sonucu olarak bâtıl inanışlar ve hatâlı davranışlar da ortaya çıkma fırsatı bulacaktır; ancak bu konuda değerlendirme, hüküm verme ve herkese hakkını tam bir adaletle dağıtma işi münhasıran İlâhî iradeye aittir; ve bu hüküm, imtihan şartlarının ihlâl edilmemesi için kıyamet gününe bırakılmıştır. Şu âyetlerdeki “hayırda yarışma” ve “yapılanlardan sorgulanma” ifadeleri, konuyu tam bir netlikle ortaya koymakta ve daha ötede bir tevil veya açıklamaya ihtiyaç bırakmamaktadır:

Sana da, ondan önceki kitapları tasdik edici ve onları gözetici olarak kitabı hak ile indirdik. Onun için, sen de Allah’ın indirdiğiyle hükmet; sana gelmiş olan haktan sonra artık onların heveslerine uyma. Her biriniz için Biz bir şeriat ve bir yol belirledik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Ancak verdikleriyle sizi sınamak için ümmetlere ayırmıştır; siz de hayırlı işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır; anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri O size bildirecektir.[12]

Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Lâkin O dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Siz de yaptıklarınızdan sorgulanacaksınız.[13]

 

Diğer yandan, daha başka birçok âyet de savaşla ilgili hükümler içermekte, mü’minleri kâfirlerin dostluğundan sakındırmakta, kâfir ve münafıklardan gelecek tehlikeler karşısında uyarmaktadır. Ancak bütün bu emir, nehiy ve sakındırmaların onlardan gelecek bir tehlike ihtimalinin, saldırının veya birtakım tuzakların söz konusu olduğu durumlarla sınırlı olduğu unutulmamalıdır. Müşriklere savaş ilân eden âyetlerde, eman isteyen müşrikler için yapılan şu istisnaya bakınız:

Müşriklerden biri senden sığınma hakkı isteyecek olursa, ona bu hakkı ver, tâ ki Allah’ın kelâmını dinlesin. Sonra da  onu güvende olacağı yere ulaştır. Çünkü onlar bir bilgisizler güruhudur.[14]

Yani, savaşma niyeti olmadığı belli olan o kâfire önce Kur’an okunacak ve İslâma girmesi teklif edilecek. Bunu kabul ederse o andan itibaren mü’milerin kardeşi olacak. Kabul etmezse serbest bırakılacak, ama uluorta bir yere değil, hayatının emniyette olduğu bir yere bırakılacak. Şıkların her ikisinde de, müşrik iradesini Müslümanların güvencesi altında tam bir serbestiyetle kullanacaktır. Ona yapılan, sadece bir tekliften ibarettir.

Mümtehine sûresi ise, konuyu daha da netleştirir ve dost edinme yasağını sadece Müslümanlarla din uğrunda savaşmış, onları yurtlarından çıkarmış veya çıkarılmalarına yardımcı olmuş kimselerle sınırlar, diğerlerini bu yasağın haricinde tutar. Sonra bu kadarla da kalmaz, işi daha da ileri götürerek onlara karşı iyilik kapısını da açar ve iyiliği teşvik eder:

Sizinle din uğrunda savaşmamış ve sizi yurdunuzdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmaktan ve âdil davranmaktan Allah sizi men etmez. Aslında Allah adalet edenleri sever.

Allah ancak sizinle din uğrunda savaşmış, sizi yurdunuzdan çıkarmış ve çıkarılmanıza destek olmuş kimseleri veli edinmekten sizi men eder. Kim onları veli edinirse, işte onlar zalimlerin tâ kendileridir.[15]

Dinin temel prensiplerinden biri olan adalet, zaten dost-düşman herkese karşı bir görev olarak mü’minlerin üzerine yüklenmiş ve bu hususta savaşan-savaşmayan ayırımı yapılmamıştır.[16] Mümtehine sûresinin âyeti ise sair inanç sahiplerine, hattâ savaşmayan düşmana dahi iyilik yapmanın önünü açmaktadır. Daha da ötesi, bu âyette verilen iyilik yapma izninin aslında emir anlamını taşıdığı, bundan da ötede, bu emrin mü’minlerle savaşmış kimselerin kadın ve çocuklarını da kapsadığı ve “Sizinle savaşanların ailelerine iyilik yapın” anlamına geldiği yorumu da yapılmıştır.[17] Aslında buna şaşmamak gerekir, çünkü bu yorum, adalet ve ihsanı birleştiren bir yorumdur; İslâm dininin adalet ve ihsanı birleştirdiğini ise biz her Cuma hutbesinde hatibin okuduğu âyetten ve onu takip eden Türkçe açıklamasından dinliyoruz. Bu âyet “Allah adaleti ve ihsanı emreder” diye başlamıyor mu?[18]

Diğer taraftan, Mümtehine sûresinin bundan önceki âyeti de “Bakarsınız, Allah sizinle düşmanınız olan kimseler arasında bir sevgi husule getirir; çünkü Allah herşeye kadirdir ve çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir”[19] buyurmak suretiyle peşin peşin böyle bir yoruma kapı açmış, kin ve nefretlerin muhabbete dönüşme ihtimaline muhataplarını hazırlamış, Allah’ın gufran ve rahmetini hatırlatıp onları da bu sıfatlardan nasiplenerek bağışlayıcı ve merhametli olmaya teşvik etmiştir.

 

Kur’ân’ın nüzulü sırasında ona muhatap olan insanlar için bu dersleri özümsemek ve gereğince hareket etmek güç olmamıştı. Çünkü onlar, daha ilk âyetlerin inişinden itibaren Kur’ân’a muhatap olan ve onu doğrudan doğruya Allah’ın Resulünden uygulamalı olarak ders alan insanlardı. Onlar henüz bir avuç mü’min iken bir yandan acının her çeşidini tadıyor, zulmün her türlüsüne katlanıyor, bu arada inmekte olan âyetlerin dersleri içinde adaleti, ihsanı, cesareti, kahramanlığı, merhameti, muhabbeti de damarlarında dolaşan kan gibi benliklerinin bir parçası haline getiren bir eğitimden geçiyorlardı. Bu sayede, Medine’ye hicret ederek özgür bir hayata kavuştuktan sonra yeni bir düzen kurarak adaleti ayağa kaldırmakta zorlanmadılar. Sayıları daha bini bile bulmamışken, kendilerinin yedi veya on misli Arap, Yahudi, Hıristiyan ve putperestten meydana gelen ve birbirleriyle bir türlü imtizaç edemeyen Medine ahalisini âdil bir sistem altında örgütlediler. Ve bunu cebir veya hile ile değil, adalet ve dürüstlükleri sayesinde başardılar ve bütün Medine ahalisiyle beraber dünyanın ilk yazılı anayasasına imza attılar.

Çok geçmeden Allah onlara kendi yurtlarını fethetmeyi nasip etti. O fetih de bir fazilet destanıydı. Mağlûp düşmüş ve teslim olmuş düşmanlar hafızalarda henüz bütün canlılığıyla durmakta olan haksızlıkların, düşmanlıkların, ambargoların, işkencelerin, gaspların, cinayetlerin hesabını vermek ve başlarına gelecek âkıbeti öğrenmek üzere Kâbe’nin etrafında toplandıkları sırada ezan okunurken, Attâb b. Esîd “İyi ki babam öldü de bugünleri görmedi” diyerek diş gıcırdatıyordu. Ama Resulullahın konuşmasını dinledikten sonra âniden dünyası değişiverdi ve doğruca ona gitti, “Allah’ın birliğine de, senin peygamberliğine de gözümle görmüşçesine inanıyorum” diyerek Müslüman oldu, Resulullah da onu Mekke’ye vali olarak tayin etti. [20] Birkaç dakika önce kendisini nasıl bir helâkin beklediğini düşünüp duran adam, şimdi şehrinin valisi idi.

Müslümanlardan Ebu Ahmed hicret ettikten sonra kayınpederi Ebu Süfyan onun evine el koymuş ve Amr b. Alkame'ye 400 dinara satmıştı. Ebu Ahmed fetihten sonra evini geri istiyordu. Peygamberimiz ona "Sabredersen bu senin için hayırlı olur; evine karşılık sana Cennette bir köşk var" buyurdu. O da "Sabrederim" dedi ve iddiasından vazgeçti. Bir daha da evinden bahsettiğini kimse duymadı.[21]

Onlar Resulullahın zamanında da, Raşid Halifeler döneminde de zaferlerinde hiçbir zaman intikam peşine düşmediler, adaletten şaşmadılar; kendi hak ve özgürlüklerini kazandıktan başka, her ne inançta olursa olsun diğer insanların da hak ve özgürlüklerini titizlikle gözettiler ve ihanetle karşılaşmadıkları sürece karşılıklı medenî ilişkiler içinde oldular ve, aynen yukarıdaki âyette de tavsiye edildiği gibi, onlara iyilik yapmaktan ve ikramda bulunmaktan hiçbir zaman geri kalmadılar. Çünkü onların görevi adaleti tesis etmek ve kötülüğü önleyip iyiliği yaymaktan ibaretti. Ve bu görev, yıllarca katlanmak zorunda kaldıkları baskılara karşı savaşacak güce kavuşup da kendilerine savaş izni verildiği gün peşin olarak onların omuzlarına yüklenmişti:

Kendilerine savaş açılan mü’minlere, zulme uğramaları yüzünden, savaş izni verildi. Hiç şüphe yok ki Allah onları muzaffer etmeye kadirdir.

Onlar, “Rabbimiz Allah’tır” demelerinden başka hiçbir sebep yok iken, haksız yere yurtlarından çıkarılmışlardır. Eğer Allah insanların kötülüğünü birbirinin eliyle savuşturmasaydı, içlerinde Allah’ın adı çokça anılan manastırlar, havralar, kiliseler ve mescidler yıkılıp giderdi. Allah’a yardım edene  Allah elbette yardım eder. Çünkü Allah karşı konulmaz kuvvet sahibi ve herşeyin mutlak galibidir.

O kimseler ki, kendilerini yeryüzünde iktidara getirdiğimizde namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emredip kötülükten sakındırırlar. Sonunda bütün işlerin dönüşü Allah’adır.[22]

 

Bu âyetler, savaş izni verirken, aynı zamanda mü’minlere bir misyon da yüklüyor ve bu misyonun hedef ve sınırlarını belirliyordu.

Her şeyden önce, savaşın sebebi zulüm, hedefi de zulmün giderilmesi idi.

İktidara geldikten sonraki hedefler ise, namazı ikame etmek (Allah’ın hakkı), zekâtı vermek (yoksulun hakkı), iyiliği yaymak ve kötülüğü önlemekten ibaretti.

Mescidlerin yanı sıra manastır, havra ve kiliselerin de sayılması ise, sadece hak dinin mensuplarını değil, başka din mensuplarını da içine alan bir vicdan özgürlüğünü sağlama görevini mü’minlerin omuzlarına yüklemekte ve apaçık bir şekilde onlara çoğulcu bir hayat tarzını hedef olarak göstermekteydi. “Bütün işlerin dönüşü Allah’adır” ifadesi de konuyu düğümlemekte ve, daha başka birçok âyette de tekrarlandığı gibi, üzerinde ihtilâf edilen konular hakkındaki hükmü Allah’ın vereceğini bildirerek bu dünyanın sadece bir imtihan yeri olduğunu hatırlatmaktadır. Baştan beri atıfta bulunduğumuz daha başka sûrelerin âyetleri de dikkate alındığı zaman şu gerçek çok daha berrak bir şekilde anlaşılacaktır:

Birbirinden çok farklı zamanlarda, farklı şartlar altında ve farklı vesilelerle nazil olan bütün bu âyetler, (1) dünya hayatının bir imtihandan ibaret olduğu, (2) herkesin bu imtihanda yolunu seçme özgürlüğüne sahip olduğu, (3) herkes için imtihan sonucunu sadece Allah’ın tayin edeceği gerçeğini vurgulamakta ve bu gerçeklerin ışığı altında, vicdanların tam anlamıyla özgür bırakıldığı, ahlâk ve faziletin hakim olduğu çoğulcu bir toplum hayatını öngörmektedir.

Ancak bu hedeflere ulaşmak için, herşeyden önce itikadımızı düzeltmek, Allah’ı bizzat kendisinin tanıttığı gibi tanımaya çalışmak ve bizi gayemizden alıkoyan taklit ve taassubu hayatımızdan kovmak, bu arada “imamet” adı altında bünyemize sokulan ve İslâm âleminin dört bir yanında ehl-i imana musallat olmuş kralların saltanat ve ceberutlarını idame için insanları birbirine düşürüp çoğulcu bir hayatı tam bir özgürlükle yaşamaktan alıkoyan tuzaklara aldanmamayı öğrenmek zorundayız.

*** 

acikdenizdergisi.com

 



[1] Bkz. “Kelâmda Saltanat Gölgesi,” Açıkdeniz, Aralık 2022.

[2] Bakara, 2:193.

[3] Enfal, 8:39.

[4] Bakara, 2:256.

[5] Yunus, 10:99.

[6] Kehf, 18:29.

[7] İnsan, 76:3.

[8] Şûrâ, 42:15.

[9] Kur’an Yolu, Bakara: 256 tefsiri.

[10] Tevbe, 9:33; Fetih, 48:28.

[11] Matüridî, Te’vilâtü’l-Kur’ân, 48:28 tefsiri.

[12] Mâide, 5:48.

[13] Nahl, 16:93.

[14] Tevbe, 9:6.

[15] Mümtehine, 60:8-9.

[16] Bkz. Mâide, 5:2 ve 8.

[17] Bkz. Mâtüridî, 60:8-9 tefsiri.

[18] Nahl, 16:90.

[19] Mümtehine, 60:7.

[20] Muhammed Hamidullah, İslâm Tarihine Giriş, çev. Vecdi Akyüz (İstanbul: Beyan, 2015), s. 100-101.

[21] Asım Köksal, İslâm Tarihi (İstanbul: Köksal Yayıncılık, 2004), 6:435.

[22] Hac, 22:39-41.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Raşid Halifelerde iman-amel bütünlüğü

Huzurun anahtarı sürekli çalışmada