SON EKLENENLER
latest

7 Nisan 2023 Cuma

İstibdadı kökünde kurutmak

           

Keyfe tâbi olma ki seni Allah yolundan saptırmasın.

Sâd Sûresi, 38:26

ÜMİT ŞİMŞEK

Davud aleyhisselâma hitap eden İlâhî öğütler arasında yer alan bu ifade, Kur'ân'ın başka yerlerinde de vurgulanan bir ilkeyi ders veriyor:

Hevâya, hevese, arzulara uymamak, keyfî davranmamak.

Burada “uyulmaması” gereken şeyi bildiren Kur’ân, daha başka âyetlerinde de neye uyulması gerektiğini açıkça göstermiştir.

Bakara Sûresinin bu konu hakkında ibret nazarlarımızı çeken iki âyeti vardır:

Eğer sana ulaşan ilimden sonra sen onların heveslerine uyarsan, seni Allah’tan kurtaracak ne bir dostun olur, ne de bir yardımcın.[1]

 Sana gelen ilimden sonra sen onların heveslerine uyacak olursan, işte o zaman zalimlerden olursun.[2]

Bu âyetlerin ikisi de, uyulmaması gereken hevese karşılık, uyulması gereken şey olarak ilmi gösteriyor. Henüz Mekke döneminde iken nazil olan bir başka âyet ise, bir taraftan heveslerine uyulmayacak kimseleri ilimden yoksunlukla nitelerken, diğer taraftan da, uyulması gereken bu dini, son derece geniş bir cadde olarak gösteriyor:

Biz seni dinde geniş bir yol üzere kıldık. Artık ona tâbi ol; bilmeyenlerin heveslerine uyma.[3]

Aynı yönde uyarılar içeren daha başka âyetler de vardır ki, bütün bunları toplu bir şekilde önümüze koyup incelediğimiz zaman, şu apaçık sonuçla karşı karşıya kalıyoruz:

Bu din, keyfîliğin her türlüsünü hayatın bütün alanlarından çıkarıp atmıştır.

İster kişisel hayatta, ister aile hayatında, ister toplumsal ilişkilerde, ister siyasette, isterse hayatın şu veya bu kesiminde olsun, keyfî davranışlar, heveslerin peşine takılmak, doğrusuna yanlışına bakmaksızın işine öyle geldiği veya canı öyle istediği yahut birisinin ağzından çıkan söz o istikamette olduğu için bir yolu izlemek, bu dinin ruhuna uygun bir hareket tarzı değildir. Kur’ân’dan dersini alan bir mü’min bu konuda iki yönlü bir yükümlülük altındadır:

(1) kendi keyfine göre davranmamak,

(2) başkalarının keyfine tâbi olmamak.

Keyfe tâbi olmayı bir ilke olarak reddettiğiniz zaman, bunun “kimin keyfi” olduğu önem taşımaz. Artık başkasının heveslerine uymadığınız gibi kendi heveslerinize de kapılmaz, başkalarını da kendi keyfinize uydurmaya çalışmazsınız. Bu ilke bir defa hayatınıza Kur’ân’ın bir dersi olarak girdi mi, tümüyle kişiliğinizi yoğuran, ona rengini veren bir ruh hayatınıza üflenmiş demektir.

İşte bu ruh, bütün istibdatların, her türden ve her çaptaki diktatörlüklerin kökünü kurutan bir ruhtur.

O ruhun hakim olduğu yerde ilim hâkim durumdadır; herkes onun karşısında boyun eğer. Ancak bunu da, ilimden haberdar olan, cevherin kadrini bilen insanlar yapar. Zaten âyet de bize “Bilmeyenlerin heveslerine uyma” buyurarak, ilmin olmadığı bir yerde hidayet aranmayacağını bildiriyor. Bundan çıkan sonuç da açıktır:

Özgürlük, bilgiden güç alır ve bilgeliğe paralel şekilde gelişir — tıpkı istibdadın cehaletle birlikte gelişmesi ve ondan kuvvet alması gibi.

Burada, istişare ile ilgili olarak yaptığımız bir tesbiti hatırlatmak isteriz:

Mü’minlerin hayatında istişarenin önemine işaret eden âyetleri incelerken, aile hayatının da bu âyetlerin kapsama alanına girdiğine temas etmiş ve “Bu, aileden başlayacak bir terbiyedir” demiştik.

Kur’ân’ın “keyfe tâbi olmama” yönündeki buyrukları da bu konuyla doğrudan ilgilidir ve aynı kapsama alanına hitap etmektedir.

Açıkçası, eğer mü’minlerin hayatından istibdat kovulacak ise, ona kapısını ilk olarak kapatacak yer, aile hayatı olacaktır.

“Ne kendi keyfine, ne de başkasının keyfine tâbi olmama” şeklindeki bir ilkeyi aile bireyleri arasında uygulayabilen kimselerin oluşturduğu bir toplum üzerinde istibdat kurabilmek gerçekten de pek zordur.

Ama, gelin görün ki, bugünün dünyasında böyle aileleri ve böyle toplumları bulabilmek de pek kolay olmuyor!


[1] Bakara Sûresi, 2:120.

[2] Bakara Sûresi, 2:145.

[3] Câsiye Sûresi, 45:18.



6 Nisan 2023 Perşembe

İstişarenin başladığı yer

  

Onların aralarındaki işleri istişare iledir.
Şûrâ Sûresi, 42:38

Onları affet, onların bağışlanmaları için dua et ve işlerinde onlarla istişare et.
Âl-i İmrân Sûresi, 3:159 

Eğer anne ile baba aralarında istişare ederek karşılıklı rıza ile çocuğu sütten kesmek isterlerse, onlara bir günah yoktur.
Bakara Sûresi, 2:233

 

ÜMİT ŞİMŞEK

 

MÜ’MİNLERİN en önde gelen—veya gelmesi gereken—özelliklerinden birisi istişaredir, yani birbirleri arasında fikir alışverişi yapmak, birbirine danışmaktır. Şûrâ Sûresinin âyeti, bu özelliği, namaz ve zekâtın arasında saymıştır.

Diğer iki âyet-i kerimede ise, mü’minlerin hayatında istişarenin ne kadar vazgeçilmez bir yere sahip olduğunu gösteren birer ibret dersi vardır.

Mü’min, mü’min ile ve konunun ehli olan kimselerle istişare eder. Bu onun hem bilgiye ve ehliyete, hem de mü’min kardeşlerine verdiği önemin bir ifadesidir. Öyle ki, eğer Kur’ân’ın istişare konusundaki apaçık buyrukları olmasaydı bile, onun gerek bilgi üzerinde, gerekse mü’minler arasındaki sevgi ve dayanışma üzerinde yaptığı vurguların meydana getirdiği tablodan, böyle bir sonucu çıkarmak rahatlıkla mümkün olurdu.

Fakat âyet bu kadarla bırakmamış, istişareyi, sarih bir şekilde, mü’minlerin önde gelen özellikleri arasında saymıştır.

Sonra bunun da ötesine geçmiş, en olumsuz şartlarda, hattâ istişarenin ihmal edilmesini haklı gösterecek durumlarda bile istişare emrini tekrarlamıştır. Âl-i İmrân Sûresinin âyeti, bu konuda son derece çarpıcı bir örnektir.

Bu âyet-i kerime, Uhud Savaşındaki yenilgiden sonra inen âyetlerdendir. Bilindiği gibi, bu savaş, Peygamberin emrine uyulmadığı için yenilgiyle sonuçlanmıştı. Böyle durumlarda bizim beşerî tepkimiz “Kendileri ettiler, kendileri buldular; bundan sonra sen onları dinleme” gibilerden bir tepki olurdu. Lâkin âyet bunun tamamen tersi yönde bir yol göstermektedir:

Onları affet!

Sonra, Allah’ın da onları bağışlaması için dua et!

Sonra da, hiçbir şey olmamış gibi, işlerinde onlarla istişare et!

Böyle bir buyruktan çıkarılabilecek ibretleri anlatmak için sayfalar kâfi gelmez, dillerin gücü yetmez. Biz sadece konumuz itibarıyla bugünlük bizi ilgilendiren tarafını dikkate sunalım:

Mü’minlerin hayatında istişarenin işte böylesine vazgeçilmez bir yeri vardır.

Eğer kendi hatâsı yüzünden bir yenilgiye yol açmış olmak bile istişareye engel teşkil etmiyorsa, bu hayatta istişarenin ihmalini mazur gösterecek hiç, ama hiçbir sebep yok demektir.

Nihayet, Bakara Sûresinin âyeti, bu işin sırrını açıyor.

Emzirme süresini iki tam yıl olarak bildiren âyet, bir istisna getiriyor ve diyor  ki:

“Eğer anne ile baba aralarında istişare ederek karşılıklı rıza ile çocuğu sütten kesmek isterlerse, onlara bir günah yoktur.”

İşte burası, istişarenin başladığı yerdir.

Âl-i İmrân Sûresinin âyeti, toplum hayatının en geniş dairesinde istişareyi emrediyordu. Bu âyet ise, en dar dairede, aile hayatında, aile hayatının de çekirdeğini teşkil eden anne ile baba arasındaki istişareye dikkatlerimizi çekiyor.

Bundan da şu anlaşılıyor ki, terbiyenin tüm alanlarında geçerli olan kural burada da geçerlidir:

İstişare ailede başlar.

Aile hayatında bu ilke uygulanıyorsa, daha geniş dairelerde de uygulanma şansı var demektir.

Eğer aile hayatında uygulanmıyorsa, bu ilkenin toplumda egemen olmasını beklemek beyhudedir.

Bireylerinin birbiriyle istişare ettiği bir aile atmosferinde yetişen insanları düşünün. Yetişkin çağlarında, bu terbiyenin eserini onların üzerinde görebilirsiniz.

İstibdadın egemen olduğu ailelerde alınan terbiyenin eseri ise, toplum hayatının her aşamasında kendisini bir tür istibdad ile gösterecektir. Böyle insanlar, daha sonra yönlerini doğrultmak için ne kadar içtenlikle çaba gösterseler de, istişare atmosferini ailede teneffüs ederek yetişmiş kimselerin doğallığına kavuşmaları hiç kolay olmaz, belki mümkün de olmaz.

Kur’ân’ın istişare buyruğunu en mükemmel şekliyle hayatına yansıtan, hiç kuşku yok ki, Allah’ın Elçisi idi. O, bir konuyu Ashabıyla istişare ederken fikrini söylediği zaman, ona “Bu Allah’ın vahyi mi, yoksa kişisel görüşün mü?” diye sorarlar, “Kişisel görüşümdür” cevabını verdiği takdirde Ashabı da tam bir özgürlük içinde kendi görüşlerini belirtirlerdi.

Onu izleyen Hulefâ-i Râşidîn dönemi de istişare ilkesinin titizlikle uygulandığı bir dönem oldu. Ne yazık ki, ondan sonrası için aynı şeyi söyleyemiyoruz.

Günümüze gelince…

Onu hiç anlatmaya gerek yok; her şey ortada duruyor.

Yalnız çözüm yolu için söylenecek tek bir şey var:

Bu iş ailede başlar.

5 Nisan 2023 Çarşamba

İnsanlar yöneticilerin etrafından ne zaman dağılır?

 


   

Allah’tan bir rahmet sayesindedir ki sen onlara yumuşak davrandın. Eğer sen kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp gitmişlerdi.

Âl-i İmrân Sûresi, 3:159

 

ÜMİT ŞİMŞEK

  

“ŞÜPHESİZ Kİ sen pek büyük bir ahlâk üzerinesin”[1] mealindeki âyet-i kerimeyi açıklayan âyetlerden biri de budur. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberin merhameti, onun yüce ahlâkının en önemli özelliklerinden biridir ve bu özellik ona Allah tarafından bağışlanmış bir lütuftur.

Âyetin arka planı, konuyu daha da dikkat çekici hale getiriyor.

Bu âyet ile beraber Âl-i İmrân Sûresinin önemli bir kısmı, Uhud Harbinden sonra inmiştir ve bu savaştaki yenilgi üzerine önemli dersler vermektedir.

Bilindiği gibi, Uhud Savaşı, Peygamber emrine uymakta gösterilen gevşeklik yüzünden yenilgiyle sonuçlanmıştı. Savaşın öncesindeki istişarede Allah’ın Resulü düşmanı şehirde karşılama düşüncesini savunmuş, ancak, özellikle genç Sahâbîlerin ısrarı üzerine savaş meydanına çıkılmıştı. Savaşta da İslâm ordusu tam zafere ulaşmak üzere iken, Peygamber emrine aykırı olarak okçuların yerlerinden ayrılması yüzünden yenilgiye uğramıştı.

Dünyanın neresinde böyle bir deneyim yaşanacak olsa, buna yol açanların başlarına neler geleceği aşağı yukarı bellidir.

Asr-ı Saadette ise, başka bir yerde yaşanmayan şey yaşanmıştır. Bu yenilgiden sonra Peygamberin ağzından ne bir azarlama işitilmiştir, ne de “Ben size söylemiştim” türünden bir başa kakma… O, insan tahammülünü en ziyade zorlayan şartlar altında dahi asla kabalaşmamış, kötü bir söz söylememiş, kalp kırmamıştır.

Bu ahlâk onun pek büyük bir mucizesi olduğu gibi, İlâhî rahmetin de bir müjdecisidir. Âyet de bu hakikate işaret ediyor ve “Allah’tan bir rahmet sayesindedir ki sen onlara yumuşak davrandın” buyuruyor. Elçisine en ağır şartlar altında dahi şefkat ve merhameti ilham eden o yüce Rabbin kendi rahmetinin büyüklüğü bundan anlaşılmıyor mu?

 

İşte, Peygamberin, kulları Allah’ın rahmetine çağırdığına dair en büyük bir delil de onun yüce ahlâkıdır. O, davetçisi olduğu İlâhî rahmetin aynı zamanda en parlak bir yansıtıcısı olmuş, anlattığı şeyi fiilleriyle göstermiş, hayatıyla doğrulamıştır. Onun çağrısına kulak verenler, böylelikle, o şefkat timsali Peygamberin yanında, İlâhî rahmetin gerçekliğini tüm sıcaklığıyla hissetmişlerdir.

Ve, tabii, bu âyet-i kerimeden alınması gereken büyük bir ibret var:

Siz de Peygamberiniz gibi olun.

Yani, onun gibi, şefkat ve merhamet dolu bir kalp sahibi olun; en olumsuz şartlar altında ve onların apaçık kusurları karşısında bile olsa, mü’min kardeşlerinize karşı yumuşaklığı ilke edinin. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberin ümmetine yaraşan şey budur; yoksa “kaba ve katı yürekli” olmak değildir.

Böyle bir ahlâka erişmenin kolay bir iş olmadığında şüphe yoktur. Ancak bu dünyada bir eğitim için bulunduğumuzu da unutmamalıyız. Özellikle yönetici durumunda bulunanların, Peygamber ahlâkını bir hedef olarak almaya herkesten fazla ihtiyaçları vardır. Dinin de, dünyanın da başarısı bununla mümkün olur. Aksi takdirde, “Onlar senin etrafından dağılıp gitmişlerdi” ifadesiyle anlatılan âkıbete uğramak kaçınılmaz hale gelir ki, bunun örneklerini etrafımızda fazlasıyla bulmak mümkündür.

“Eğer sen kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp gitmişlerdi.” Oysa o rahmet peygamberinin etrafında insanlar her geçen gün daha büyük bir şevkle, daha büyük kalabalıklar halinde toplandılar. O gün için hatâlarıyla bir yenilgiye sebep olanlar da bundan sonra nice başarılara eriştiler, nice zaferler kazandılar.

Eğer onlar öyle bir yenilgiden sonra, Allah’tan bir rahmet sayesinde Peygamberlerini çok şefkatli ve bağışlayıcı bulmuş olmasalardı, zaferden zafere koşacak ve dünyaya medeniyet dersi verecek bir hale gelebilirler miydi?



[1] Kalem Sûresi, 68:4.

3 Nisan 2023 Pazartesi

Hepimiz sorumluyuz

 
  

Hatâlı bir şekilde "çoban hadisi" olarak bilinen bir hadis-i şerifteki tercüme hatâsı sebebiyle Türk okuyucuları Hz. Peygamberin yöneticileri "çoban," yönetilenleri de onlar tarafından "güdülen bir sürü" olarak tasvir ettiğini düşünüyor. Gerçekte ise hadiste ne çoban var, ne sürü, ne güden, ne de güdülen...

***

Bizim bu şekildeki tercüme ile yaptığımız şeyi Asr-ı Saadette Yahudiler yapıyor ve Resulullaha "çobanımız" şeklinde hitap ediyordu. Kur'ân-ı Kerim onlara bu hitapları sebebiyle acı bir azap vaad etti.

***

Bu tercümenin hadis-i şerifi "Devlet başkanı da bir çobandır, sürüsünü gütmekten sorumludur" şekline sokmuş olması ise, problemi bir rejim bunalımı seviyesine taşıyor!

    

ÜMİT ŞİMŞEK
Açıkdeniz, 9. sayıdan


Yirminci yüzyılın önde gelen âlimlerinden Muhammed Gazalî “Bu ümmet sahih hadislerin yanlış anlaşılmasından çektiğini uydurma rivayetlerden çekmemiştir” diyordu. Bu tesbite verilebilecek örneklerden belki de en ünlüsü, Türkçemizde “çoban hadisi” olarak bilinen hadis-i şerif olsa gerektir. Türk okuyucuları, bu hadis-i şerifin herhangi bir fertten devlet başkanına kadar herkesin bir nevi çoban, onların yönettikleri kimseleri de onlar tarafından güdülen birer sürü olarak tasvir ettiğini düşünmekte; onlardan bir kısmı bu benzetmeyi çeşitli tevillerle açıklamaya çalışırken, diğer bir kısmı da hiç öyle zahmetlere girmeksizin hadisi reddetmeyi daha kestirme bir yol olarak görmektedirler. Dilerseniz kendinize sorun: Hadis tercümesi olarak karşınıza çıkan metinde “Devlet başkanı da bir çobandır, sürüsünü gütmekten sorumludur” ifadesiyle karşılaştığınızda, bir hadis hakkında şüpheye düşmek yahut güdülen büyük bir davar sürüsünden bir koyun olmak şıkları arasında hangisini tercih ederdiniz?

Oysa geriye doğru gidecek şekilde biraz lügat ve literatür karıştırdığımız takdirde önümüze çıkacak manzarada ne çoban görülecektir, ne sürü, ne güden, ne de güdülen. Meselâ bu konuda en önemli Türkçe kaynaklardan biri olan Tecrid-i Sarih mütercimi Babanzade Ahmed Naîm, bu hadis-i şerifi tercüme ederken, hadis metninde geçen “râî” ve “raiyye” kelimelerini aynen muhafaza etmiş ve parantez içine aldığı birkaç kelime ile bunları açıklamıştır:

(Abdullah) ibn Ömer radıyallahu anhümadan. Şöyle demiştir:

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemden işittim, buyurdu ki: “Her biriniz râî (yani elinin altında ne varsa onu lâyıkıyla muhafaza ve sıyanetle mükellef)tir ve her biriniz elinin altındakinden mesuldür. Devlet adamları birer râîdir ve raiyyesinden mesuldür. İnsan ehl(ü ıyâl)inin râîsidir ve raiyyesinden mesuldür. Kadın, kocasının evinin râîsi (yani muhafızı)dır. Hizmetkâr efendisine ait malın râîsidir ve elinin altındakinden mesuldür.”

Râvi ki, İbn Ömer, yahut ondan rivayet eden oğlu Salim b. Abdullah'tır – Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin bir de "İnsan babasına ait malın râîsidir ve elinin altındakinden mesuldür" buyurduklarını zannediyorum der. (Elhasıl) her biriniz râî ve her biriniz raiyyesinden mesuldür. (B893 Buharî, Cum'a 11).

Ahmed Naîm, bahsin biraz ilerisinde bu râî ve raiyye kavramlarını biraz daha açarken bu kelimelerin “çoban” ve “sürü” anlamlarında kullanılışına da temas eder; ancak, ona göre bu kelimelerin asıl anlamları insana yöneliktir; “çoban” ve “sürü” mânâlarına gelen kullanımları ise bu tesbitin ışığında mânâlandırılır. Yani, bir yönetici nasıl sorumluluğu altındaki kimseleri şefkatle koruyup gözetmekle yükümlü ise, derdini anlatmaktan âciz hayvanları koruyup gözetmekten sorumlu olan çobanlar da o hayvanlara aynı şekilde şefkatle muamele etmelidir. Çünkü o  hayvanlar her ne kadar dertlerini anlatmaktan âciz iseler de, maruz kaldıkları muamele kayıt altındadır ve yarın onların çobanlarından bunun hesabı sorulacaktır:

. . . Râî, herhangi bir şeyi gözetip hüsnüsuretle muhafaza mânâsına gelir. Türkçedeki sayıp rencide etmemeye "hatırını saymak" dedikleri bu mânâyadır. Çobana da "râî" denilmesi, yed-i hıfz ve emanetinde duran hayvanları gözetip otlatmakla, kurda kaptırmamakla, hasta olmamalarına bakmakla mükellef olduğu içindir. İnsandan, hayvandan, emval ve eşyadan her ne olursa olsun hıfz ve nezareti, salâh ve selâmeti her kimin nazar-ı sıyanet ve emanetine mevzu ise o kimse onun râîsi, gözetilenler de o râînin raiyyesi olmuş olurlar. Binaenaleyh râîlikten, vazife-i riayeti hüsnüifa edip etmediğinden indallah mesul olmadık kimse yok demektir.[1]

Buraya kadar yapılan izahat hadis-i şerifin mânâsı hakkında herhangi bir tereddüde mahal bırakmayacak kadar açıktır. Ancak Babanzade Ahmed Naim’in vefatından sonra Tecrid-i Sarih tercümesini tamamlama işini üstlenen Kâmil Miras merhum, bu açıklamaların altına bir haşiye ekleyerek Ahmed Naim’in mantığını tersine çevirmiş ve onun çobanı yöneticiye benzetmesine karşılık, yöneticiyi “koyunlarına derin şefkat ve merhamet hissi besleyen” çobana benzetmiştir:

Hadis-i şerifte fertlerin yekdiğerine ve cemiyete karşı mükellef bulundukları vazifeleri noktasından (râî - çoban) yad edilmesi vazifenin kudsiyetini ve onun samimiyetle eda edilmesi lüzumunu ifade etmektedir. Cemiyetin hasis ihtiraslarından uzak bulunan ve daima fıtrî safvetiyle yaşayan çoban, koyunlarını güdüp gözetirken bunlara karşı duyduğu, beslediği derin şefkat ve merhamet hissi, fertlerde îfâ-yı vazife ederken aranılan samimiyetin en temiz bir numunesidir. İşte râîden maksut olan mânâ budur. (K. M.).[2]

Bu değişik bakış açısının temelinde yatan sebep, herhalde, lisanlar arasındaki farkın dikkate alınmaması olsa gerektir. Zira hadis-i şerifin metninde geçen râî ve raiyye kelimeleri Arapçada hem insanlar, hem de hayvanlar hakkında kullanılmakta ve kullanım yerine göre farklı mânâlar almaktadır. Türkçede ise durum farklıdır. Bu kelimelere “yöneten/sorumlu olan” ve “yönetilen” mânâlarını verirseniz onları sadece insanlar hakkında; “çoban” ve “sürü” mânâlarını verdiğiniz takdirde ise sadece hayvanlarla ilgili bir muhtevâ içinde kullanabilirsiniz. Hadis-i şerifin bütün şıklarında insanlar söz konusu olduğuna göre, bu kelimeleri Türkçede hayvanlar ile ilgili olarak kullanılan kelimelerle tercüme etmenin isabetli bir davranış olmayacağı, büyük müfessir Elmalılı’nın şu açıklamasından da aşikâr bir şekilde anlaşılmaktadır:

Müraat, müfaale babından ra'y ü riayette mübalâğa veya müşareket ifade eder. Ra'y ü riayet, bir kimse başkasının umurunu tedbir ve mesalihini tesviye ve tedarik ederek muhafazasına itina etmektir ki, hayvanat hakkında gütmek, insanlar hakkında siyaset tabir olunur. Nitekim ilmü'r-riâye, ilm-i siyaset ve idare demektir. Müraat da riayette mübalâğa veya mütekabilen riayet demek olur. Ve bir insanın haline müraat etmek, ne yapacağını ve hali nereye varacağını gözetmek, murakabe etmek, tazim ile nazar-ı dikkate almak mânâsını ifade eder ki, lisanımızda riayet bu mânâca kullanılır.[3]

Arap dilinde râî kelimesinin insanlar hakkında kullanıldığı zaman “sorumlu, yönetici, idareci, vali, velâyet sahibi” anlamlarına geldiği, aslında, söz konusu hadis-i şerifi “çoban” benzetmesiyle tercüme edenlerin de yabancısı olmadığı bir gerçektir. İhmal edilen gerçek ise şudur:

Her dilin kendisine has bir felsefesi olduğu gibi, Türkçenin de özgün bir felsefesi vardır. Biz hayvanları otlatan kimseyi “müdür, başkan, vali, yönetmen” gibi isimlerle anmayız; hayvanları otlatan kimseye verdiğimiz “çoban” adını da hiçbir zaman insan topluluklarının yöneticilerine vermeyiz.

Bu durum idare edilenler hakkında da aynen geçerlidir: Türkçenin mantığında, yönetilen eğer insan topluluğu ise, “halk, ahali, grup, cemaat, kurul” gibi çeşitli isimler alırlar. Hayvan topluluklarına bizim verdiğimiz genel isim ise “sürü”dür ve bu isim hiçbir zaman insan toplulukları hakkında kullanılmaz, eğer kullanılacaksa ancak hakaret anlamı taşıyacak şekilde kullanılır.

İsimde olduğu gibi fiil hakkında da durum böyledir. Arapçada yine aynı kökten türeyen fiiller gerek insan, gerekse hayvan toplulukları hakkında kullanıldığı ve kullanım yerine göre farklı anlamlar taşıdığı halde, Türkçede bu fark ayrı ayrı kelimelerle ifade edilir. Bir yönetici, sorumluluğu altındaki insan topluluğunu yönetir, idare eder; bir çoban ise sorumluluğu altındaki hayvan sürüsünü “güder.” Eğer “gütmek” fiilini insanlar hakkında kullanacaksak bunu ancak hakaret kastıyla yaparız; söyleyen bu mânâ ile söyler, dinleyen de bu sözden bu mânâyı anlar. İşte bu sebeptendir ki, söz konusu hadis-i şerifi “Aile reisi bir çobandır, sürüsünü gütmekten sorumludur; devlet reisi de bir çobandır, sürüsünü gütmekten sorumludur” ifadeleriyle tercüme etmek, Resulullahın – hâşâ – aileye de, memleket ahalisine de hakaret kastıyla bu sözleri söylediği iddiasını zımnında taşıyacaktır. Bu farkı mütercimlerimiz ihmal etse bile yöneticilerimizin çoğu zaman havada kapacak kadar iyi anladıklarını, hasımlarının beceriksizliğini anlatırken kullandıkları “İki tane kazı güdemez, üç koyun versen ikisini kaybeder” gibi benzetmelerinden veya zaman zaman kendilerini engin bir tevazu ile “çoban” olarak takdim etmelerinden çıkarmakta zorlanmıyoruz.

 

Burada, Babanzade Ahmed Naim gibi, Diyanet İşleri Başkanlığının da en azından bir büyük projesinde bu farkı gözetmiş bulunduğunu kaydetmeden geçmeyelim. Başkanlığın Hadislerle İslâm adlı külliyatında bu hadis-i şerif isabetli bir tercihle “Hepiniz birer sorumlusunuz ve hepiniz yönettiklerinizden mesulsünüz. Devlet başkanı bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Evin beyi bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Evin hanımı da bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür. Hizmetçi de efendisinin malı üzerinde bir sorumludur ve yönettiklerinden mesuldür” şeklinde tercüme edilmiştir. Ne yazık ki, bu isabetli anlayışın, ilâhiyatçılarımız da dahil olmak üzere, eli kalem tutan dindarlarımız arasında yeteri kadar mâkes bulduğunu söyleyemiyoruz. Bilâkis, pek çoğumuzun zihninde bu çoban metaforu öylesine yerleşmiş ve bu hadis-i şerifle öylesine bütünleşmiştir ki, hadisin orijinal metnini görür görmez kalemlerimizden “çoban, sürü, gütmek” kelimeleri otomatik olarak önümüzdeki sayfaya akıp gidivermektedir. Bu hazîn gerçeğin gülünç bir nümunesi olarak ünlü bir tefsirin tercümesinden aldığımız şu kısa pasaja ve Türkçe tercümesine bakınız:

سواء في ذلك أئمتهم ورعيتهم، فالإمام (السلطان) راع وهو مسؤول عن رعيته

Bu konuda mü'minlerin idarecileriyle yönetilenler birbirine eşittir. Devlet başkanı bir çobandır ve güttüğü sürüden sorumludur.[4]

Metindeki ilk cümle müfessire aittir ve mütercim bu cümledeki “imam” ve “raiyye” kelimelerini isabetli bir şekilde “idareci” ve “yönetilen” olarak tercüme etmiştir: “Mü’minlerin idarecileriyle yönetilenler birbirine eşittir.” Ancak hemen arkasından hadis-i şerif gelince otomatik tercüme devreye girmiş; hadisteki “imam” önce “devlet başkanı,” sonra da “çoban” olmuş, “yönetilen”in yerini “sürü” almış, bütün bunlara bir de hadiste mevcut olmayan “gütmek” fiili eklenmiştir. Arka arkaya iki kısa cümle: Arapça orijinali birbirini açıklayan, Türkçe tercümesi ise her bir kelime ve kavramıyla birbirini yalanlayan iki kısa cümle!

Tercüme problemine eşlik eden bir başka problem de şudur: Orijinal metinde bulunan “imam” kelimesi, “çoban” metaforunu tamamlayacak bir başka unvan olarak, yukarıdaki tercümede olduğu gibi hadisin hemen hemen bütün tercümelerinde “devlet başkanı” olarak geçmektedir. Aslında her türlü yöneticiyi kapsamına alan bu kelime, her nedense, bu hadisin tercümesinde olduğu gibi daha başka pek çok metinde de karşımıza “devlet başkanı” veya “sultan” gibi zamanın icaplarına uygun bir unvan halinde çıkmaktadır. Oysa hadisteki ifade geneldir ve kapsamı da her türlü yöneticiyi içine alacak kadar geniştir. Aile reisine, hattâ hizmetçiye varıncaya kadar herkesi ve her türlü yönetimi içine alan bir kaideyi sadece devlet başkanına münhasır kılmanın ne anlamı olabilir? Bu gerçekten meraka değer bir sorudur. Ve cevabı da, büyük ihtimalle, şu tesbitin ardında saklanmaktadır:

Siyasetnamelerde devlet başkanı (sultan) koyun çobanı metaforu ile de ifade edilir. Çoban metaforu, bu alanda yazılan eserlerde en çok karşılaşılan metaforlardan biridir.[5]

 

Çoban metaforu sultanlara, krallara, hükümdarlara, diktatörlere ne kadar sevimli geliyorsa, Kur’an nazarında da o kadar sevimsiz karşılanan bir benzetmedir. Ve, aslına bakarsanız, Kur’an tarafından sarih bir ifadeyle yasaklanmıştır da. Asr-ı Saadette bazı Müslümanlar Peygamber Efendimizin sözlerini iyi anlayabilmek için Resul-i Ekreme “Bizi gözet” anlamında “Râinâ” derler; Yahudiler ise bu sözü “i” hecesini uzatarak “çobanımız” anlamına çevirir ve Resulullaha öyle hitap ederlerdi. Bu sebeple Resulullaha “Râinâ” şeklinde hitap edilmesini yasaklayan âyet-i kerime nazil oldu:

Ey iman edenler, “Râinâ” demeyin, “Unzurnâ” deyin ve kulak verin.  Kâfirler için ise acı bir azap vardır.[6]

Tefsirlerde bu âyetle ilgili olarak şu açıklamaları buluyoruz:

Yahudilerin “Râînâ” sözlerinin mânâsı, “Sen bizim koyunlarımızın çobanısın” demektir. İşte bundan dolayı Allah Müslümanların böyle hitap etmesini yasaklamıştır. (Fahreddin Razi).

Yahudiler bu sözü “râînâ = çobanımız” şekline tahvil ile hitap ve tahkir etmeye kalkıştılar. (Hasan Basri Çantay).

Yahudiler arasında birbirine seb [sövmek] için kullandıkları meşhur bir kelime vardı, râînâ derlerdi. Bu tabir Arapça “bizim çoban” demek olduğu gibi, İbranî veya Süryanîce “dinle a dinlenmeyesi, dinle a sözü dinlenmez herif” gibi tezyif ve tahkir mânâsı ifade edermiş. (Elmalılı).

Dahası var: Yukarıdaki âyette Hz. Peygamberin mü’minlere karşı durumunu çobana ve dolayısıyla mü’minleri de sürüye benzetenleri şiddetle kınayan Kur’ân, aynı sûrenin bir başka âyetinde, peygamberleri ve onların yolundan gidenleri gerçekten çobana benzetmektedir. Ancak bu temsilde sürü rolü mü’minlere değil kâfirlere aittir; vech-i şebeh ise onların hakikat karşısında kör, sağır, dilsiz ve akılsız bir sürü oluşları ve peygamberin mesajından hiçbir anlam çıkaramayışlarıdır:

Kâfirlere seslenen kimsenin durumu, bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyen hayvana seslenen çobanın durumuna benzer. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler; çünkü akıllarını kullanmazlar.[7]

Kur’ân’ın ölçüsü ne ise, hadisin ölçüsü de odur; aralarında kıl kadar aykırılık bulunmaz. Kur’an Peygamberi dahi mü’minlere nisbetle çoban mevkiinde tutmazken, kendisine Kur’an indirilen Peygamberin, ümmetinden bir kısım seçkin insanları diğerlerine nisbeten çoban, diğerlerini de çobanın güttüğü bir sürü olarak tasvir edebileceğini ileri sürmenin Asr-ı Saadetteki bir Yahudi fitnesini uyandırma teşebbüsünden başka bir anlama gelmeyeceği açıktır. Ancak yaşadığımıza hayatın en az o kadar aşikâr bir başka gerçeği daha var; o da, tarihinin büyük kısmını çeşit çeşit istibdatlar altında geçirmiş olan topluluklara bu gerçeği anlatmanın o kadar kolay olmadığıdır. Ancak bu konu da yöneten-yönetilen ilişkilerini bir akaid problemi haline getiren bir seyir izlediğinden, ayrı bir bölümde ele alınmayı gerektirmektedir.

Diğer yandan, buraya kadar geçen açıklamaların seyrinden de anlaşılacağı gibi, bu meselenin ilâhiyatçılardan ziyade dilcileri ilgilendirdiği de haklı olarak düşünülebilir. Bununla beraber, Türkçe okuyup yazan entellektüel insanlar olarak ilâhiyatçılarımızın da en azından Arapçaya olan vukuf ve hassasiyetleri seviyesinde bir hakimiyetle Türkçeye de özen göstermelerini beklemek hakkımızdır. Zira buraya kadar anlattıklarımız da açıkça gösteriyor ki, dildeki küçük bir ihmal dinde önemli yaralar açabilmekte, bu ihmal sonucu ortaya çıkan yanlış telâkkilerin taklit yoluyla bir temel bilgi halini alması ise yarayı kolay kolay tedavi edilemeyecek boyutlara taşımaktadır.  



[1] Sahîh-i Buharî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi, Diyanet İşleri Başkanlığı: 2018, c. 3, s. 37-39.

[2] A.g.e., s. 39.

[3] Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Bakara: 104 tefsiri.

[4] Menar Tefsiri (İstanbul: Ekin Yayınları, 2011), c. 7, s. 649.

[5][5] Yakup Akyüz, “Siyasetnamelerde Devlet Başkanı, Devlet-Halk/Teb’a İlişkisinde Metaforik Kullanımlar,” Mütefekkir (Aksaray Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi Dergisi), c. 3, sayı 5, Haziran 2016, s. 8599. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/513843

[6] Bakara, 2:104.

[7] Bakara, 2:171.

2 Nisan 2023 Pazar

Mü'minin ağzına kötü söz yakışmaz

  
  

UTESAV’ın Kur’an Buluşmalarında geçtiğimiz haftanın gündemi, müşriklerin ilâhlarına sövmeyi yasaklayan En’am sûresinin şu mealdeki 108. âyeti idi:

Allah’tan başkasına tapanlara / Allah’tan başka yalvardıkları ilâhlarına sövmeyin ki, onlar da bilgisizce hadlerini aşıp Allah’a sövmesinler. Biz her millete işlerini böyle hoş göstermişizdir. Sonunda hepsinin dönüşü Rablerinin huzurunadır; O da yapmakta olduklarını kendilerine bildirecektir.

Âyet-i kerime ile ilgili müzakerelerimizde, önce genel olarak sövme ve çirkin konuşma ile ilgili âyet ve hadisler üzerinde durduk, sonra da başka inançlarda olanlara ve onların kutsal değerlerine yönelik kötü söz ve sövmelerin kesin olarak yasaklanmış bulunduğunu gördük.

Müzakerelerimizde öne çıkan noktaları da şu şekilde özetledik:

Esas itibarıyla sövmek bir Müslümanın ağzına yakışan bir şey değildir. Başkalarının ilâhlarına / dinlerine sövmek de zaten Müslümandan beklenmez.

Sataşma halinde dahi sövmek, kötü söze kötü sözle karşılık vermek hoş görülmemiştir.

Mübah olan konularda, bir hayır eğer hayra yol açacaksa hayır, şerre yol açacaksa şer olarak değerlendirilmiştir. Meselâ usulüne uygun, hikmetli bir şekilde yapılmayan ve muhatabında itaatten çok isyan sonucunu vermesi beklenen bir tebliğ ile hayırlı bir iş yapılmış olmaz.

Sövmeye ihtiyaç olmadığı gibi, sövmekte bir fazilet de yoktur. Bilâkis, tebliğde, hattâ savaşta bile karşı tarafın şeref ve haysiyetlerini rencide etmek de yoktur; bunun bir faydası olmadığı gibi, ileride hatâsını anlayarak ıslah olması muhtemel olanlara dönüş kapısını kapatma tehlikesi de mevcuttur.

Bu durum karşısında, medya ve sosyal medya başta olmak üzere her türlü alanda İslâm ve iman namına yazılıp söylenenleri gerek üslûp, gerek içerik yönüyle ciddî bir muhasebeden geçirmenin farz olduğunda şüphe yoktur.

En’am sûresinin 108. âyetini okuduğumuz 388. Kur’an Buluşmasının video kaydını buradan izleyebilirsiniz:

Ramazan müddetince Kur’an Buluşmaları yine https://www.youtube.com/erdemlihayat adresinden, aynı günde (Cumartesi), saat 18:00-18:45 arasında canlı olarak izlenebilecek.