İslâm devleti hiçbir zaman olmadı




Eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, Açıkdeniz dergisinin “İslâm devleti” konusundaki sorularını cevaplandırdı.

Daha sonra Karar gazetesinde de iktibas edilen mülâkat kamuoyunda büyük ilgi uyandırdı.

Bu mülâkatında Prof. Dr. Bardakoğlu özetle şu tesbitleri yaptı:

  • İslâm kelimesi çok yanlış yerde ve yanlış bir algıyı besleyecek şekilde kullanılıyor.

  • İslâm ile Müslümanlığı ayırmak; Müslümana ait olanı, tarihe ait olanı İslâm olarak adlandırmamak gerekiyor.

  • Müslüman toplumlarda kamu yöneticileri kendilerini ayakta tutmak için dinden meşruiyet sağlama çabasını hiç eksik etmemişlerdir. Bunun için de İslâm’ın tarihinde nice zulümlerin, haksızlıkların olduğunu biliyoruz.

  • Kur’an-ı Kerim’den Allah katında özel imtiyazları olan bir halife/kral motifi hiçbir zaman çıkmaz.

  • Bir yönetici ben yaptım oldu diyerek her aklına eseni yapamaz; adil ve hesap verebilir olmalıdır.

  • Elliden fazla İslâm ülkesinde olup bitenlere bakıyorsunuz; krallıklar, yöneticiler, yönetimler sorunlu, insanları rahatsız eden birçok fiili durum ve görüntü mevcut. Bu İslâm’ın eseri mi?

  • Kamu yönetimi alanında insanlığın ortak tecrübesini, Batı tecrübesini ciddiye almak zorundayız.

  • İnsan hakları kavramının içini sen kendi keyfine göre dolduramazsın. Bir hakka sen, benim verdiğim ve belirlediğim hak diye baktığın zaman, artık o hak olmaktan çıkar, lütuf olur.

  • İnsanın olduğu yerde kötülükler de olacaktır. Müslüman toplumlarda bu niye en aza inmiş değil; sorun burada.

Açıkdeniz dergisinin sorularına Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun verdiği cevaplar aynen şöyle:

 

“İslâm devleti” kavramı, tarihsel ve olgusal olarak ne ifade ediyor ve neye karşılık geliyor?

Burada önemli ve kilit nokta, İslâm kelimesini nasıl kullandığımızla alâkalı. İslâm kelimesi bazen dinin kendisini, bazen tarihini, bazen de Müslümanları veya Müslümanların kültürlerine ait bir tecrübeyi ifade edebiliyor. Din olarak İslâm Kur’an’la geldi, Hz. Peygamber’e vahiyle başladı ve Peygamber’in vefatıyla Allah din olarak söyleyeceklerini tamamladı. Peygamberimiz de yirmi üç yıllık nübüvvet döneminde gereken rehberliği ve açıklamaları yaptı. Artık bundan sonra Müslümanların tarihi başladı. Bu yüzden Hz. Peygamber’den sonraki dönemi, Müslümanların tarihsel tecrübesi olarak görmek gerekir. Bu din kıyamete kadar devam edeceğine göre bu tarihsel tecrübe de farklı coğrafyalarda, farklı farklı şekil, renk ve tonlarda da olsa kıyamete kadar devam edecek demektir. Hal böyle olunca, Müslümanların gerek Raşid Halifeler döneminde, gerek Emevîler, Abbasîler, Fâtımîler, Memlükler, Selçuklular, Osmanlılar döneminde kurdukları devletler, oluşan siyasal yapılar tamamen tarihsel tecrübeye ait gelişmelerdir. Biz bu tecrübe kesitlerine daha çok hanedan ismine atıfla Abbasîler, Selçuklular, Osmanlılar şeklinde özel isimler vermekteyiz. Fakat hepsini birden ifade etmek için modern dönemde ‘İslâm devletleri’ denmeye başlandı. İslâm mimarisi, İslâm sanatları, İslâm ekonomisi dendiği gibi…


Din evrensel bir mesaj getirir ve o dine inananlar kendi kültürleri, şartları, imkânları çerçevesinde o dini uygulamaya çalışırlar. Bu uygulama artık dine ait değil, insanlara ve yeryüzüne aittir. Böyle olunca ‘İslâm devleti’ ve ‘İslâm siyaseti’ tabirleri çok ciddi bir algı bozukluğu, bir yanılsama meydana getiriyor.

 

Diğer alanlardan örnek verelim: Müslümanların ticaret yapma usulleri çağlara göre, bölgelere göre değişiyor. Denizin olduğu yerde deniz ticareti, karanın olduğu yerde kervan ticareti öne çıktı. Ama bunu Müslümanlar yaptı diye biz bu kervan ticaretine ‘İslâm ticareti’ demiyoruz. İşin aslı şu: Din evrensel bir mesaj getirir ve o dine inananlar kendi kültürleri, şartları, imkânları çerçevesinde o dini uygulamaya çalışırlar. Bu uygulama artık dine ait değil, insanlara ve yeryüzüne aittir. Böyle olunca ‘İslâm devleti’ ve ‘İslâm siyaseti’ tabirleri çok ciddi bir algı bozukluğu, bir yanılsama meydana getiriyor. Mesela Emevî’ye ‘bir İslâm devleti’ diyoruz ve bu tabir kelime olarak ilk bakışta ‘İslâm’ın ilkelerine göre, İslâm’ın gereklerine göre kurulmuş bir devlet’ anlamına geliyor. Abbasîlere ‘İslâm devleti’ diyoruz. Murâbıtlara ‘İslâm devleti’ diyoruz. Müslümanların ticari hayatına ‘İslâm ticareti’ diyoruz. Şu veya bu dönemdeki halife, kral, vezirler ve onların yönetim tarzına ‘İslâm siyaset teorisi’ diyoruz. Böyle olunca da, İslâm kelimesi çok yanlış yerde ve yanlış bir algıyı besleyecek şekilde kullanılıyor.

Sorduğunuz soru bu yaygın ama yanlış algılamaya göre oluştuğu için, onu cevaplayayım: İslâm devleti var mıydı?

Hz. Peygamber’in Mekke’de devlet kurmadığını, sadece davet yaptığını, insanları dine davetle başladığını biliyoruz. Medine’de bir şehir/site devleti diyebileceğimiz bir organizasyon oldu ve bunun başında Hz. Peygamber vardı. Ama bu yapı Arap kabile sisteminin daha gelişmiş şekliydi. Medine Sözleşmesiyle taraflar arasında belli bir barış sağlandı. Böylece hem Medine’nin huzurlu bir şehir olması, hem de dışarıdan gelecek saldırılara karşı şehrin birlikte korunması imkânı doğdu. Müslümanlar bir Medine pazarı kurdular, giderek ticari âdetler gelişti, dayanışma arttı. Bedir ve Uhud savaşlarıyla da Müslümanlar birbirine kenetlendi, bugünkü tabiriyle site devleti diyebileceğimiz bir organizasyon ortaya çıktı. Buna İslâm’ın gelişinden sonra Müslümanların kurduğu ilk devlet, devlet olma yönündeki ilk teşebbüsler de diyebiliriz. Raşid Halifeler döneminde sınırlar genişledi. Mısır, Suriye, Irak vs. fethedildi. Böyle olunca, daha Hz. Ömer’le birlikte divanlar kurulmaya, fethedilen bölgelere yönetici, vali, âmil, yani hem dini tebliğ edecek hem oraları çekip çevirecek kişiler, oralarda belli vergileri toplayacak kişiler gönderilmeye başlandı. Böylece Dört Halife döneminde devletleşme yönünde önemli adımlar atıldı.

 

Emevî devleti de komşu devletler gibi saltanat sistemiyle işledi. Abbasîler Emevîleri alaşağı ettiler ve imparatorluk diyebileceğimiz bir tarzda geniş coğrafyada hüküm sürdüler. Abbasî imparatorluğunun zayıflamasıyla birlikte küçük küçük devletler oluşmaya başladı. Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Osmanlıların devlet tecrübesi yaşandı. Osmanlılar hem İlhanlılardan ve kadim Türk geleneğinden tevarüs ettikleri bir tecrübeyi, hem Bizans tecrübesini, hem de Hicaz ve Abbasîlerden gelen dinî içerikli yönetim düşüncesini harmanladılar; böylece nev’i şahsına münhasır bir yönetim tarzı oluştu. Şimdi bütün bu tarihî seyre baktığımız vakit, bunların hangisi İslâm devleti?  

 

Bu süreç niye böyle yavaş işledi? Çünkü Araplarda devlet tecrübesi ve geleneği yoktu. Araplar kabile halinde yaşıyorlardı ve her kabile bağımsızdı; bir kabilenin diğerini egemenlik altına alması çok zordu. Kabileler arası en büyük mücadele de bu yüzden, bir de geçim sıkıntıları ve ayakta kalma amacıyla oluyordu. Bu sebeple kabileler arasında sık sık yağmacılık ve baskınlar yaşanıyordu. Normal zamanda ise kabileler, kabile başkanı ve aile büyüğünün geleneksel otoritesi altında kendi yağıyla kavruluyordu. Yemen’de kadim devlet geleneği, Irak’ta Sâsânîler, Suriye’de Bizans vardı; Araplar o tecrübeyi az-çok gördüler. Ama bu tip tecrübeler görmekle olmaz, yaşamakla olur. Onun için de Dört Halife döneminde devletleşme yönünde bazı adımlar atıldı. Emevîler, yani Kureyş’in sevk ve idarede isim yapmış bir kolu, Muaviye’den sonra devleti Şam’da tesis ettiler.

Bu oluşumda Emevîlerin Bizans ve Irak tecrübesini görmüş olmalarının da katkısı vardır elbette. Emevî devleti de komşu devletler gibi saltanat sistemiyle işledi. Zaten o dönemde saltanat sistemi dışında bir alternatif pek gerçekçi sayılmaz. Arapların alışkın oldukları usulle bir şehir ve kabile yönetimi olur, ama devlet sistemine geçmişseniz bir kamusal düzen, bir otorite o devirde gerekiyor. Emevîler de Arap milliyetçiliği üzerine, ama katı işleyişi olan bir devlet oluşturdular. Ondan sonra Abbasî ihtilali oldu. Abbasîler Emevîleri alaşağı ettiler ve imparatorluk diyebileceğimiz bir tarzda geniş coğrafyada hüküm sürdüler. Bu da son derece anlaşılabilir bir durumdur. Abbasî imparatorluğunun zayıflamasıyla birlikte küçük küçük devletler oluşmaya başladı. Abbasîlerle beraber Endülüs’te Endülüs Emevî Devleti vardı. Kuzey Afrika’ya İslâm yayılınca, o devirde oraları Bağdat’tan yönetme imkânı zayıfladığında oralarda da Bağdat’la irtibatlı, halifeye saygıda kusur etmeyen ama kendi içinde özerk küçük siyasi yapılar oluştu ve zamanla müstakil devletler haline geldiler. Böylece Abbasîlerin devamında Selçuklular, Anadolu Selçukluları ve Osmanlıların devlet tecrübesi yaşandı. Osmanlılar hem İlhanlılardan ve kadim Türk geleneğinden tevarüs ettikleri bir tecrübeyi, hem Bizans tecrübesini, hem de Hicaz ve Abbasîlerden gelen dinî içerikli yönetim düşüncesini harmanladılar; böylece nev’i şahsına münhasır bir yönetim tarzı oluştu. Şimdi bütün bu tarihî seyre baktığımız vakit, bunların hangisi İslâm devleti?

Zaten kadim gelenekte bunlara ‘İslâm devleti’ denmedi. Osmanlı dediler, Abbasî dediler, Emevîler, Murâbıtlar dediler. İslâm devleti kavramı modern bir kavram ve daha çok Batılıların adlandırmasıdır. Batılılar kendi kurdukları devletlere ‘Hıristiyan devleti’ demezler. Romalılar derler, Avusturya Cermen imparatorluğu derler, İspanya krallığı derler. Yani devletler kabileler, etnik gruplar, coğrafyayla falan anılır. Ama İslâm dünyasını toptan böyle ifade edebilmek için İslâm devleti tabiri ortaya çıktı. Bizim Müslüman toplumlardaki uygulamalara da hep İslâm adını verdiler. Mesela İslâm toplumunda İslâm’ın temel ahlâkî prensiplerini de göz önüne alarak bir hukuk bilgisi, kültürü ve uygulaması oldu; yargılama oldu, suçlar cezalandırıldı, borçlar tahsil edildi, borcunu ödemeyenlere yaptırımlar uygulandı ve Müslümanlar hayatın içinden kurallar ürettiler. Bunun adı o dönemde ‘fıkıh’ idi, ama modern dönemde buna ‘İslâm hukuku’ dediler. Biz de bu adlandırmaya uyduk, ‘fıkıh’ ismini terkettik. ‘Kelam’ adını terkedip ‘İslâm düşüncesi’ demeye başladık.


Günümüzde İslâm kelimesinin uluorta, rastgele kullanılmaya başlandığını görüyoruz: İslâmi pop, İslâm mimarisi, İslâm sanatı, İslâm estetiği, İslâmi siyaset, İslâm ekonomisi, İslâm parası/dinarı, İslâmi kıyafet, İslâmi defile, İslâm olimpiyatı ve daha neler. İslâm ve Kur’an kelimesini kullanmakta çok özensiz davranıyoruz.

 

Zaten İslâm’ın temel ahlâkî prensipleri insanoğlunun fıtrî özellikleridir. Yani din bize her zaman adaletli ve merhametli olunuz, yardımlaşınız, borcunuzu ödeyiniz, kuralları uygularken objektif olunuz, ayrım yapmayınız der. Ticaretinizi yaparken dürüst bir tacir olun, aldatmayın der. Bunlar çok evrensel ahlâkî normlardır aynı zamanda. Müslümanlar ticaretlerini yaparken, suçluları yargılayıp cezalandırırken, aile hayatlarında elbette bu ahlâkî prensipleri de gözettiler. Ancak bu alandaki tecrübe ve düşünce birikimine ‘fıkıh’ diyerek çok yerinde bir adlandırma yaptılar. Batılılar ise yeni dönemde buna ‘Islamic law,’ yani ‘İslâm hukuku’ adını verdi. Fıkıh, Allah’a, topluma ve kendimize karşı hak ve sorumluklarımızı, toplumsal hayatta uyulması gereken kuralları bilme ilminin adıydı; Müslümanların yaşadığı hayatla iç içe doğdu ve gelişti. Bu İslâm’ın değil, Müslümanların hukuk bilgi ve tecrübesi idi. Statik bir öğretiyi değil, dinamik bir süreci anlatıyordu.

Günümüzde İslâm kelimesinin uluorta, rastgele kullanılmaya başlandığını görüyoruz: İslâmi pop, İslâm mimarisi, İslâm sanatı, İslâm estetiği, İslâmi siyaset, İslâm ekonomisi, İslâm parası/dinarı, İslâmi kıyafet, İslâmi defile, İslâm olimpiyatı ve daha neler. Demek ki biz İslâm ve Kur’an kelimesini kullanmakta çok mütesâhiliz, çok gevşeğiz, çok özensiz davranıyoruz.

İslâm devleti tabirine dönersek; Müslümanların tarih boyunca kurduğu devletlerin her birinde farklı bir tecrübeyi görüyoruz. Mesela çok katı krallıklar, monarşiler var, daha meşrutî yönetimler var. Bu biraz da halifenin, sultanın, padişahın sevk ve idare anlayışına, kişiliğine bağlı, o günkü şartlara bağlı. Peki biz bu tarihsel tecrübe çeşitliliğinin hangisine ‘İslâm siyaseti’ diyeceğiz? Yapılan iş, bunların arasından bugünkü anlayış ve beklentimize uygun olanları çekip almak ve onları, yani kendi yaptığımız seçkiyi ‘İslâm siyaset teorisi’ diye adlandırmak oldu. Sözün özeti, Hulefa-i Râşidînden itibaren envâiçeşit siyasi yönetim tarzları var ve her biri farklı bir tecrübeyi yansıtır. Bu da çok anlaşılabilir bir durumdur. Mesela Abbasîler zamanında İslâm âlimleri devlet yönetimine dair kitaplar yazdılar. Peki neye göre? Tabii ki gördüğü örnekler, yaşadığı olaylar ve o günkü sisteme göre yazdılar bunları. Satır aralarına beklentilerini de yerleştirdiler. “Padişah karar verirken istişare eder, vergileri toplarken adil olur, haksızlıkları önler. Padişahın/halifenin yanında vezirleri olur, vezirler emaneti ehline verir, kadı adaletle karar verir, yargılarken taraflara eşit davranır” şeklinde ahlâkî, insanî, olması gerekene dair kayıtlar düştüler. Mesela Mâverdî el-Ahkâmu’s-Sultâniyye’yi yazdı; biraz olup biteni resmetti, biraz da gerekli nasihat ve yönlendirmelerini dile getirdi. Ebu Yusuf Kitâbü’l-Harac’ı yazdı ve vergileri şöyle toplamak lazım, vergide adaletli olmak, zor durumda olanların üzerine vergiyle gitmemek lazım dedi. Şimdi biz bunlara İslâm vergi sistemi mi diyeceğiz? İslâm yargı sistemi mi diyeceğiz?


İnsanlar ticaret yaparlar, o insanın yaptığı ticaretin bir örfü, kültürü vardır. Ama tüccar Müslüman olunca ona İslâm ticareti demeyiz. Sözün özü, İslâm ile Müslümanlığı ayırmak; Müslümana ait olanı, tarihe ait olanı İslâm olarak adlandırmamak gerekiyor.

 

Devlet işinde önemli olan adaletin sağlanmasıdır. Padişahın, halifenin, kralın, sultanın görevi, toplumda adaleti, huzuru, güveni tesis etmektir. Tarihteki halife ve sultanlar kendince yapabildiği kadar yaptı. Buradan bakınca onların birazı zulmetti, birazı adil olabildi. Yaptıkları da yapamadıkları da oldu. O devletlerin girdikleri savaşlar da insan savaşlarıydı. Niye mi? Açık konuşayım: İslâm savaşı olmaz, insan savaşı olur; yani insanlar savaşırlar. Din de savaşa dair temel ahlâkî prensipler getirir; haddi aşmayın, zulmetmeyin, işkence yapmayın, haksızlık etmeyin, yağma yapmayın der. Savaş İslâm’ın bir parçası ve bir gereği değil ki savaşa İslâmîlik atfedelim. İnsanlar savaşırlar, ama bu savaşanların bir dini de vardır. Biz ona İslâm savaşı, Hıristiyanlık savaşı demeyiz. İnsanlar ticaret yaparlar, o insanın yaptığı ticaretin bir örfü, kültürü vardır. Ama tüccar Müslüman olunca ona İslâm ticareti demeyiz. Sözün özü, İslâm ile Müslümanlığı ayırmak; Müslümana ait olanı, tarihe ait olanı İslâm olarak adlandırmamak gerekiyor. 

Dinî düşüncenin oluşum ve gelişim seyri ile o din mensuplarının tarihsel tecrübesi arasında kopmaz bir bağ vardır. Tarihte olup bitenler bilinmezse, dinî düşüncenin neyi niçin söylediği de pek anlaşılamaz. Bu durum, diğer semavi dinler için olduğu gibi, ilâhî davetin son halkası ve son vahiy İslâm için de geçerlidir. İslâm Kur’an’la, Hz. Peygamber’in daveti ve sünneti ile vaz’olundu, açıklandı ve tamamlandı. Sahabe neslinden itibaren giderek geniş bir coğrafyaya yayılan Müslümanlar, İslâm’ın mesajını anlamaya, onun taleplerini hayatlarında somutlaştırmaya ve kendi şartları içinde yerine getirmeye çalıştılar. Müslümanlar, dinin asılları olan Kur’an ve sünnetin din alanında yaptığı bildirimi anahatlarıyla iyi kavradılar ve bunda bir ihtilaf olmadı. Çünkü Kur’an ve sünnet açık ve anlaşılır bir dille apaçık dinî bilgi getirdi. İslâm’ın ve Kur’an’ın bir sıfatının mübin (apaçık) olmasının anlamı da budur. Ancak Kur’an ve sünnette yer alan dinî bilginin yorumunda, yani dinî bilgiye dair bilgi ve yorumda hayatın akışına göre Müslümanlar haliyle farklı farklı düşüneceklerdi. Öyle de oldu. Dinin anlaşılmasında ve getirdiği mesajın yorumunda bölgelere ve döneme göre, hatta bakış açılarına göre farklılaşmalar oldu. Orta Asya’dan Kuzey Afrika ile Endülüs’e, Yemen ve Hindistan’dan Kafkasya ve Balkanlara kadar uzanan geniş İslâm coğrafyasında birbirinden hayli farklı anlayışlar, yorumlar, mezhep ve meşrepler, buna bağlı olarak da farklı dinî tecrübeler ortaya çıktı. Buna da biz ‘İslâm’ın tarihsel tecrübesi’ ya da ‘Müslümanlık’ diyoruz.

Müslümanlık, Kur’an ve sünnetin getirdiklerinin şu veya bu zaman diliminde veya bölgede Müslümanlar tarafından hayata aktarılma ve yaşanma biçimini ifade eder. Diğer bir tabirle, İslâm Allah’ın gönderdiği dinin adı, Müslümanlık da bizim bu dini anlama ve uygulama tarzımızdır. Müslümanlığı İslâm’ın aynısı görmek, İslâm ile İslâm’ın tarihsel tecrübesini aynîleştirmek ne kadar yanlışsa, bu ikisi arasındaki bağı görmezden gelerek Müslümanların tarihsel tecrübesini bütünüyle İslâm’ın dışında ayrı bir olgu, hatta İslâm’dan sapma olarak görmek de o kadar yanlış olur. Birinci yanlışı İslâm karşıtlığını önyargılı biçimde sürdüren bir kısım Batılı çevreler ile tarihsel tecrübeyi kutsalla adeta eşdeğer kılan katı gelenekçi Müslümanlar sıkça yapıyorlar. İslâm karşıtı çevreler İslâm’ın tarihinden belli olay ve uygulamaları öne çıkararak bunları İslâm olarak sunuyor, üstelik bu uygulamaları sosyal ve tarihî arka planını görmezden gelerek bütünüyle dinî öğretinin yansıması olarak gösteriyorlar. Geleneği bir bütün olarak savunan, geleneği oluşturan bilgi ve tecrübenin zannî, beşerî, örfî ve değişken niteliğine yeterince önem atfetmeyen çevreler ise İslâm’ın tarihsel tecrübesinden bir kesit mesabesindeki bilgileri çoğu kez İslâm olarak sunabiliyorlar. Halbuki bunu yaparken hem İslâm’ı tarihe hapsetmiş, hem de—niyetleri tamamen aksi yönde de olsa—bazı Batılı çevrelerle aynı yönde yürümüş oluyorlar.


Müslüman toplumlarda kamu yöneticileri kendilerini ayakta tutmak için dinden meşruiyet sağlama çabasını hiç eksik etmemişlerdir.

 

İslâm’ın tarihsel tecrübesini yok saymak ve onu dinden bağımsız bir olgu olarak göstermek de bir başka yanlış. Bu ikinci yanlışa ise, İslâm’ı anlamada tarih ve toplum bilincini ıskalayan, İslâm’a hayattan kopuk kuramsal ve dar ideolojik bir misyon yükleyen veya geçmişin ve günümüzün Müslümanlığını bu tecrübenin bir parçası olarak görmek istemeyen çağdaş İslâmcı söylem sıkça düşmektedir. Yaşanan Müslümanlığın dinin asıllarına göre bazı sapmaları ve farklılıkları elbette olabilir; hatta bu kaçınılmaz bir durumdur. Ancak bu kaçınılmaz durumun çözüm imkânları da yine İslâm’ın asıllarında bulunmaktadır. Kur’an ve sünnetin Müslümanlar arasında kıyamete kadar var olması, dinî düşünce ve hayatta herhangi bir sapma olmuşsa onun her dönemde Müslümanlar tarafından Kur’an ve sünnet ışığında devamlı kontrolden geçirilerek düzeltilebileceği anlamına gelir. Diğer bir anlatımla, kaynağından arı duru şekilde çıkan su kapımızın önüne geldiğinde kirlenmiş ise, bize düşen onu kirleten arızî durumları gidermektir. Kur’an ve sünnet olduğu sürece Müslümanların asla din konusunda yolunu şaşırmayacağı ve İslâm ümmetinin dalâlet üzerinde birleşmeyeceği yönündeki ortak anlayış da bunu ifade eder. Böyle olunca, İslâm’ın iki ana kaynağının dinî öğretisi ile İslâm’ın ondört asırlık tarihsel tecrübesi arasındaki ince çizgiyi farketmek, sadece geçmişi anlamak için değil, günümüzde olup biteni kavramak ve günümüz Müslümanlarının temel sorunlarını ele alırken özgüvenimizi ve sağduyumuzu yitirmemek için de önem arzediyor.

 

Kur’an-ı Kerim’e bakıyorsunuz, siyasetle ilgili hiçbir ayrıntı yok. Müslümanların devlet kurmasının gerekip gerekmediği dahi belli değil. Sadece ne var? Adalet var. Hakkaniyet var. Doğruluk var. Dürüstlük var. Merhamet var. Allah’ın kullarına karşı adil olma var. Onun için de “Devletin dini adalettir” denilmiş.

 

Söylediklerinizden şunu anlıyorum. Müslümanların bir devleti oluyor, o devleti yönetirken İslâm’ın temel esaslarına riayet etmeye çalışıyorlar. Eş zamanlı olarak, bir de İslâm’ı yorumluyorlar.

Şöyle söyleyeyim. Din tarih boyunca bilhassa Orta Doğu’da bir meşruiyet aracı olmuştur. Sümerlerde kralların sağında din adamları, solunda askerler yer almış, biri manevi, tanrısal meşruiyeti, diğeri güçle meşruiyeti sağlamıştır. Sümerlerden bu tarafa, Orta Doğu’nun kaderi budur. Zaten krallar bu toplumlarda Tanrının yeryüzü temsilcileri konumundadır. Ne yazık ki bu anlayış Abbasîlere de geçmiştir. Müslüman toplumlarda kamu yöneticileri kendilerini ayakta tutmak için dinden meşruiyet sağlama çabasını hiç eksik etmemişlerdir. Bir Müslüman yaptıklarının Kur’an’a, dine aykırı olmamasını kural olarak daima önemseyeceği için onların bu tutumunu her zaman dini istismar olarak nitelendirmek de haksızlık olur.

Şimdi Kur’an-ı Kerim’e bakıyorsunuz, siyasetle ilgili hiçbir ayrıntı yok. Müslümanların devlet kurmasının gerekip gerekmediği dahi belli değil. Yani kaç kişi yönetmeli, nasıl yönetmeli, nasıl seçilmeli? Bunlar hiç yok. Sadece ne var? Adalet var. Hakkaniyet var. Doğruluk var. Dürüstlük var. Merhamet var. Allah’ın kullarına karşı adil olma var. Onun için de “Devletin dini adalettir” denilmiş. Yani siz krallıkla mı yönetiyorsunuz, kabile usulü mü yönetiyorsunuz, nasıl istişare ediyorsunuz, yerinize kimi bırakıyorsunuz, nasıl seçiliyor... bunlar insanların kendi siyasi kültürleriyle alakalı meselelerdir. Ama nasıl olursa olsun bir Müslüman daima adil olmalı, Allah katında hesap vereceğini bilmeli, yolsuzluk, haksızlık, suistimal yapmamalı, kamu malını korumalı, kamu malına el uzatanlara engel olmalı, adaleti eşit şekilde uygulamalı, suçluları cezalandırmalıdır. Yoksulun, garibin, fakirin devlet olarak yanında olmalıdır. Bunlar yirmi otuz maddede özetlenebilir ve herkesin ortak özlemini içeren hususlardır.


Siyasi iktidarlar ülkede huzuru, güveni korumak adına tek tip düşünen ve sorgulamadan itaat eden bir teb’a isterler ve karşıt düşünceden pek hoşlanmazlar. “İnsanlar krallarının dini üzere olurlar” denmesi bu durumu hicvetmek için olmalı.

 

İslâm’ın kamu yönetiminden ne beklediği açık ve net değil mi? İslâm’ı az-çok bilen aklı başında yüz kişiye sorsak İslâm siyasal yönetimden ne ister diye, aşağı yukarı yüzde doksanı aynı şeyleri söyler. Hatta Müslüman olmasa bile dünyanın her yerinde bütün insanlar yönetimden böyle bir tutum beklerler. Siyasal yönetimin yönetilen açısından amacı budur. Ama insanlar işin başına geçtiğinde işin içine başka hesaplar ve duygular girer; hiçbir şey başta umulduğu veya heves edildiği gibi gitmez. İnsana ait diğer alanlarda da bu böyledir. Çünkü insanoğlu melek değil, zaafları var. Halife ve sultan tahta geçerken albenisi yüksek ve teoride çok ümit veren üst söylemlerde bulunsa da, ideallerle bezenmiş bu başlangıcı insan unsurunun zaafları sebebiyle başka türlü sonuçlanabilir. Bunun için de İslâm'ın tarihinde nice zulümlerin, haksızlıkların olduğunu biliyoruz. Ve bu hiç eksik olmadı. Bunları yapanlar genel çerçevede Müslüman insanlardı. Cemel, Sıffin, Kerbela yaşandı, isyanlar kanla bastırıldı, insanlar farklı inanışa, hatta görüşe sahip diye kılıçtan geçirildi. Ülkede huzuru, güveni, sükûneti sağlamak adına ya düşmana karşı birlik olmak için veya sözümona sapkın bir harekete engel olmak iddiasıyla dün de bugün de nice haksızlıklar, zulümler yapılabildi ve yapılabiliyor. Aynı din içinde mezhep savaşları da yine yönetim zaafları ya da çıkar hesapları sebebiyle olmadı mı? Nitekim Mu’tezile veya farklı dinî düşünceler veya Ehl-i Sünnet farklı zamanlarda Müslüman idarecilerden çeşitli baskılar gördü.

Siyasi iktidarlar ülkede huzuru, güveni korumak adına tek tip düşünen ve sorgulamadan itaat eden bir teb’a isterler ve karşıt düşünceden pek hoşlanmazlar. Yöneticiler etrafındaki insanların kendileri gibi düşünmesini çok beğenir, onların aykırı görüşte olmasını ve bunu dile getirmesini istemezler. “İnsanlar krallarının dini üzere olurlar” denmesi bu durumu hicvetmek için olmalı. Böyle olunca da bu topraklarda siyaset hep İslâm’ın öngördüğü ahlâkî çizgide, hak ve adalet çizgisinde gitmedi. Padişah efendiler, yöneticiler her zaman adaletli olmadılar. Onlar konuşma ve yazılarında adaletten çokça bahsetmiş, Allah’tan ve Peygamber’den, dini korumaktan çok söz etmiş olabilirler. Hatta yanlarında kendilerine kolayca fetva veren, kitaplardan onay devşiren kavuklu, sarıklı insanlar da bulunabilir. Ama bütün bunlar yapılanları adil ve haklı kılmaz. O yöneticilerin bunu kendi iç dünyalarında haklı çıkarması, kendi yönetim anlayışlarının bir gereği görmesi de bu gerçeği değiştirmez. Tarihten bu yana kamu yöneticilerden birazı dinin ayakta kalmasını kendiyle kaim gördü ve din koruyuculuğuna soyundu, birazı başkasının kendisi kadar adil olamayacağını varsaydı. Ve bu yanılsamaların iğvasıyla ne yapıp edip iktidarlarını korumak için maddi ve manevi güç devşirmeyi, insanları sindirmeyi, muhalif hareketleri bastırmak gerektiğini düşündüler. Bu şekilde işin içine insanî zaaflar, hırslar ve duygular girince gördüğümüz resim ortaya çıktı. Dün de bugün de, Doğuda da Batıda da, dünyanın her yerinde bu böyledir. Bu yüzden biz Müslüman toplumlardaki siyaset ve yönetim tecrübesine ‘İslâm siyaseti,’ devlet tecrübesine de ‘İslâm devleti’ dememeliyiz.

İnsanoğlu dünyayı kendince yaşar; hırsları vardır, zaafları vardır. Ama din insanın bu olumsuz yönlerini en aza indirmeye; insanın içindeki imanı, ahlâkı, vicdanı, dürüstlüğü, Allah’a karşı hesap verme duygusunu öne çıkarmaya çalışır. Peki, din bu gayreti gösterdikten sonra bütün insanlar melek olur mu? Olmaz. Allah Kur’an-ı Kerim’de bunları beyan etti. Dedi ki, ben insanoğlunu yaratacağım, ama özgür irade vereceğim. Ona hem vicdan ve takva duygusunu hem de kötülükleri işleme kabiliyetini birlikte vereceğim. Melekler dediler ki, insanoğlu kötülük yapar, kan döker. Allahu Teâlâ dökmez, dökmeyecek demedi. Daha ilk insan Hz. Âdem’in çocuklarından biri diğerini öldürdü. O gün bugündür dünya sahnesinde hem çok iyi insanları görüyoruz; hem nice zulümleri, haksızlıkları görüyoruz. ‘İslâm devleti’ni ve tarihte olanları, günümüzde şahit olduklarımızı böyle bir realist gözle görmek lazım.


Emevîlerle birlikte yöneticiler Allah’ın yeryüzündeki halifesi gibi algılanmaya başlandı ve bu anlayış Abbasîlerde zirve yaptı.

 

Peki hilafet kavramına gelirsek; hilafet kurumu dinî bir pozisyon mudur, siyasi midir, yoksa her ikisi midir?

Dört Halife, ‘Hz. Peygamber’in halifesi’ veya ‘halife’ tabirini pek kullanmadı, ‘emiru’l-mü’minîn’ (müslümanların yöneticisi) tabirini tercih ettiler. Halife tabiri daha çok Emevîlerle başladı. Önce ‘dünya işlerinde Peygamber’e halifelik’ anlamını çağrıştıracak tarzda yumuşak ve masum bir şekilde başladı. Hz. Peygamber’in peygamberliğine hilâfet yoktur, ama kamu yönetimi açısından onun halifesi olmak anlaşılabilir bir durumdu. Çünkü Medine toplumunun sevk ve idaresi, yani Peygamber’in imamet veya yöneticilik vasfı kendisinden sonraki Raşid Halifelerde devam etti. Hz. Peygamber nasıl Mekke’de, Medine’de sahabe topluluğunu çekip çevirdi, toplumsal düzeni sağladı, savaşları sevk ve idare etti ise, Raşid Halifeler de aynı şeyi yaptılar. Demek ki bu tabir başlangıçta ‘Hz. Peygamber’in imamet, yönetim yetkisini devam ettirme’ şeklinde algılandı. Ama Emevîlerle birlikte yöneticiler Allah’ın yeryüzündeki halifesi gibi algılanmaya başlandı ve bu anlayış Abbasîlerde zirve yaptı.

Bu niye böyle oldu? Çünkü kralların da, yönetilenlerin de kutsallığa ihtiyacı vardır. Kral ve yöneticilerin, insanların onlara daha kolay boyun eğmesi için dinî meşruiyete ve hatta kutsallığa ihtiyacı vardır. Halk da böyle bir algıya kendileri için ihtiyaç duyar; kendisini yönetenlerin sıradan olmadığını, çok sıradışı özelliklerinin bulunduğunu tasavvur ederek kendisi gibi birinin kendisine tahakküm etmesini içselleştirir. Onun için de ‘Allah’ın halifesi,’ hatta Abbasîlerde Sâsânîlerden devraldıkları ‘zıllullahi fi’l-arz,’ yani ‘Allah’ın yeryüzünde gölgesi’ tabiri kullanılmaya başlandı. Bu zaten Sami geleneğin Sümerlerden alıp getirdiği birşeydi. Onlarda kral aynı zamanda Tanrının oğlu veya Tanrının yeryüzü temsilcisidir. Mısır’da da öyleydi. Böyle olunca da yöneticilerin gökle, kutsalla irtibatının olduğu fikri o toplumun genlerinde zaten var. Hatta böyle olduğu için tasavvufta yeryüzü halifelerine simetrik olarak manevî halifeler, kutub, kâinat imamı, evtâd, ricâlü’l-gayb, ricâlullah gibi kavramlar üretildi. Dinin ana kaynaklarında bunun hiçbir aslı, temeli olmadığı halde, dünyayı yöneten, manevî aleme tasarruf eden yetkililer tabakası tasavvur edildi. O bakımdan, hem maddi dünyada halife dediğimiz kralı, yani otoriteyi ‘zıllullah’ diye yukarıyla bağlantılı gören ve gösteren anlayış, hem bu dünyanın manevî işlerini çekip çeviren kutuplar, kutbu’l-aktâbların olduğu fikri Müslümanlar arasında yayılmakta zorlanmadı. Bütün bunlar elbette o toplumun tasavvuruyla alâkalı, dinle alâkalı değil. Yani bu anlayış ve kavramlar dinin ürettiği ve anlattığı şeyler değil; insanların tasavvuruyla alâkalı. Dinin tevhid akidesi, insan, varoluş ve Allah hakkında söyledikleri bu düşüncelere hiçbir zaman yeşil ışık yakmamış olsa bile, bu tasavvur kitaplara geçti ve zamanla dinîleşti.


Kur’an-ı Kerim’den Allah katında özel imtiyazları olan bir halife/kral motifi hiçbir zaman çıkmaz.

 

Kur’an-ı Kerim, “Allah katında en değerliniz, en müttakî olanınızdır,” yani “günahtan, yanlıştan, hatadan, haksızlıktan, zulümden en çok sakınanınızdır” buyuruyor. Allah katında insanlar yaptıklarına göre çok adil bir şekilde karşılıklarını bulacaklar. Ama biz dünya hayatında insanları hep malına, mülküne, gücüne, iktidarına, güzelliğine, servetine göre önemsiyor ve derecelendiriyoruz. Allah da daima, bunun kendi katında hiçbir öneminin olmadığını söylüyor. Böyle olunca, Kur'an-ı Kerim'den Allah katında özel imtiyazları olan bir halife/kral motifi hiçbir zaman çıkmaz. Aksine bir âyette “Bu krallar bir ülkeye girdiği, işgal ettiği vakit orayı tarumar ederler, oranın onurlu insanlarını aşağılar, işe yaramaz ayak takımını ise baş yaparlar” mânâsında bir yergi de var.

Kur’an’da Allah insana ‘halife’ diyor; insanın yaratılışından söz ederken “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” diyor. Bu doğru; ama bunu insan cinsine diyor ve “Yeryüzünde benim emirlerimi gerçekleştirmek, yeryüzünü mamur etmek, yeryüzünde iyilik, doğruluk, güzellik nedir, bunun örneklerini sergilemek üzere her insana ben ilâhî mesajı taşıma kabiliyeti verdim” anlamında söylüyor. Bunu derken de fıtratı, insanın özündeki o iyilik cevherini kastediyor Allah. Kur’an-ı Kerim’deki halife tamamen insanoğlunun dünya hayatında taşıdığı misyon, fıtrî kabiliyetler ve “Elest Bezmi”nde verdiği o söz, insanın üstlendiği sorumluluk anlamındadır. Ama siyasetteki halife tamamen bir anlam kaymasına uğramıştır. İnsanların yapılan zulümlere, haksızlıklara fazla itiraz etmemesi, olup biteni içine sindirmesi, katlanması ve yöneticilere kolayca itaat etmesi için oluşturulan ‘itaat kültürü’ içinde böyle birçok tabir geliştirilmiştir.


Ne yazık ki, geleneksel siyasi kültürde sadece itaat konusu ısrarla vurgulanır ve işlenir; adeta kutsanır ve herkese bu yönde telkinde bulunulur. Haksızlık ve kötülük karşısında isyan ve direniş ahlâkı ise pek önemsenmez ve dillendirilmez.

 

Biz bu sorumluluğumuzu idrak etmezsek “İslâm gelecek, dertler bitecek; halife gelecek, bütün sorunları çözecek” diye düşünmeye başlarız. “Allah katında bize göre teçhizatı tamamlanmış bir devlet ve yöneticiler ordusu olsa da buraya gelse, bütün bunları bizim için yapıverse” deriz. Fakat Yüce Mevla bunları bizim yapmamızı, dünya hayatında sorumluluk ve emaneti bizim üstlenmemizi istiyor; öyle beyan etti. Daha net konuşalım; sizin devlet dediğiniz şey, şahıslardan oluşan mekanizmalardır. İyi ve adil bir yönetim ve devlet istiyorsanız, demek ki siz yapacaksınız bunu. “İslâm gelecek, dertler bitecek” cümlesi yerine “Biz İslâm’ı anlayacağız, İslâm’ın dediklerini içselleştireceğiz, dünya hırslarımızdan vazgeçeceğiz. Önce iyi bir insan, daha sonra iyi bir mü’min, iyi bir Müslüman olacağız. Hesabımızı Allah’a vereceğimizi sürekli aklımızda tutacağız, ahirete inanacağız. İşte o zaman sorunlarımız tek tek çözülmeye başlayacak” demeliyiz.

Ne yazık ki, geleneksel siyasi kültürde sadece itaat konusu ısrarla vurgulanır ve işlenir; adeta kutsanır ve herkese bu yönde telkinde bulunulur. Haksızlık ve kötülük karşısında isyan ve direniş ahlâkı ise pek önemsenmez ve dillendirilmez.

Müslüman isek, tüyü bitmemiş yetimin hakkını ihlâl ettiğimizde, bir kul hakkı ihlâl ettiğimizde ahirette bunun hesabını vereceğimize bütün Müslümanlar olarak inanmak zorundayız. Başkasının hakkını aldığımız vakit bunun boynumuza ateşten bir halka olacağını bilmek zorundayız. Peygamberimiz öyle diyor: “Siz bana gelirsiniz, bazan çok gösterişli delilleriniz olur, çok iyi anlatırsınız meramınızı, ben de ona göre hüküm veririm. Ama bilin ki, sizden biriniz kardeşinin hakkını böyle bir sahte delille veya olmadığı halde böyle göstererek almaya kalkarsa, o ahirette ateşten bir halka olarak boynuna geçecektir.” Bakınız, din bu işte. Yani kanunun onaylaması yetmiyor; hukukun ideallerinin, normlarının, âmme vicdanının da onu onaylaması gerekiyor. Bir yönetici ben yaptım oldu diyerek her aklına eseni yapamaz; adil ve hesap verebilir olmalıdır. Mahkemede hâkim, kurumda müdür, ailede baba ben yaptım oldu diyerek yapamaz, kanunun ve marufun ölçülerine uymalıdır. En yukarıdan en aşağıya kadar herkes, her yaptığı işin vicdanî muhasebesini yapmak zorundadır. Sözün özü birey ve Müslüman olarak sen yapacaksın bunları. Senin sorumluluğun bu.

Mesela Mehmet Akif’in “Mütevekkil” şiiri vardır. “Kadermiş, öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru/ Belânı istedin, Allah da verdi... Doğrusu bu/ ‘Çalış!’ dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun/ Onun hesabına birçok hurafe uydurdun” diye başlıyor bu şiir ve yanlış tevekkül anlayışını tenkit ediyor. Bakın, şimdi İslâm dünyası ne diye dua ediyor? “Şuradaki Müslümanlara yardım et yâ Rabbi, şurada sınırı koru, şu bölgenin işgalini önle.” Peki bunları kim yapacak? Müslümanlar yapacak, biz yapacağız. Biz sorumluluk almadıkça bu neye benzer? “Yâ Rabbi, bize James Webb teleskopu gibi bir teleskop gönder, biz de gezegenleri keşfedelim” demek gibi birşey.

Açık söyleyeyim: Allah insanoğluna vereceğini verdi; akıl verdi, fıtrat verdi, cennet gibi bir dünya verdi, nice kabiliyetler verdi. Siz-biz yok Allah’ın nezdinde; Allah kullarının hepsine verdi bu nimetleri. Allah’ın Rahmân sıfatı var ve herkese eşit olarak nimetlerini lutfediyor. Çalışan dünyada karşılığını alıyor. James Webb teleskopu ile gezegenlere gidiliyorsa, sen de aynısını başaracak kalitede sa’y u gayreti, cehdi göstereceksin; bu kadar basit.


“Yöneticiler gelsin bizi kurtarsın,” “Bir kurtarıcı gelsin bizi kurtarsın” deyince, işte bugünkü İslâm dünyası ortaya çıkıyor.

 

Bu sorunuz biraz da bizim birey idrakindeki daralma, yanlış tevekkül ve kader anlayışımızla alâkalı: “Bir İslâm devleti gelsin, bütün herşeyi yoluna koysun.” Böyle bir beklenti ilahi irade ve takdir karşısında insanın sorumluluğunu ve özgür iradesini anlamamaktan ve kendi yapmamız gerekenleri de Allah’a havale etme kolaycılığından, hatta gafletinden kaynaklanıyor. Tarihte Hz. Ömer geldi, adaleti sağladı; daha sonra Emevî yöneticileri geldi, ekseriya zulüm oldu, ama adaletli davrananlar da çıktı. Bu durum dönemlere ve kişilere göre değişti. Hem bir insan pür adalet veya pür zulüm makinesi da olmaz. Her bir insanın iyi yaptıkları olur, kötü işleri olur. Peki Emevî devleti ‘İslâm devleti’ değil miydi, sizin ilk sorduğunuz soruya göre? Demek ki burada bir yanlış var, o da ‘İslâm’ kelimesinin kullanılış biçimi. Yani, Müslüman birisi yönetici olunca o devlet hemen İslâm devleti olmuyor, daha doğrusu bir işi Müslüman yaptı diye bir iş otomatikman İslâmî olmuyor. Müslüman her yaptığı işi en güzel, en doğru, en adaletli şekilde yapacak. Arzu edilen budur. Müslüman hem Allah’a hem kullara hesabını verebileceği işler yapacak. Bu da doğru. Ama Müslümanın insan olarak bütün yapıp ettiklerine İslâmî diyebilir miyiz? Elbette diyemeyiz; o davranışlar İslâm’a değil o kişiye/kişilere atfedilmelidir. Hal böyle olunca, Müslümanların günümüzde insan iradesinin ve birey sorumluluğunun dindeki önemini, din-dünya ilişkisini doğru kavramaya büyük ihtiyacı var. Sebep-sonuç ilişkisini ve Allah’ın insanı yaratış gayesini kavraması gerekiyor. Kör bir tevekkül, yanlış bir kader anlayışı ve teslimiyetçilik çıkmazından kurtulmak gerekiyor. “Yöneticiler gelsin bizi kurtarsın,” “Bir kurtarıcı gelsin bizi kurtarsın” deyince, işte bugünkü İslâm dünyası ortaya çıkıyor.

Sahabiler Hz. Peygamber’in vefatından kısa bir süre sonra Orta Asya’ya, Merv’e kadar gittiler. Onlar da diyemezler miydi: “Yâ Rabbi, bütün ülkelere İslâm’ı sen yay!” Bunu demediler; at sırtında, deve sırtında aylarca yol alıp oralara kadar gittiler. İslâm medeniyeti dediğimiz o parlak dönem; Harizmî, Câbir, İbn Sînâ ve Fârâbî’ler, o ilim ve medeniyet böyle bir gayretle ve çalışmayla ortaya çıktı. Şimdi o mirası hâlâ hayranlıkla izliyoruz. Bu sebebe tutunmakla, sünnetullahı kavramakla ve gereği gibi çalışmakla oldu. Yani bütün anlattıklarım; dini ve dünyayı anlamak, siyaseti kavramak, adil ve hakkaniyetli bir toplum yönetimini inşa etmek, kural ve kurumları oluşturmak ve onların iyi işlemesini sağlamak hepsi bir bütün ve bu bizim işimiz. Biz bunu yapabilirsek yaparız, yapamazsak da bu bizim suçumuzdur; İslâm’ın suçu değildir.

Geçtiğimiz yüzyılda bir İslâm’a bir de Müslümanların haline bakan Mısırlı ulema “Müslümanlar İslâm’ı perdeliyor” dediler. Şimdi Müslümanların bu kusurunu bazıları ‘İslâm’ın kusuru’ olarak görüyor. Elliden fazla İslâm ülkesinde olup bitenlere bakıyorsunuz; krallıklar, yöneticiler, yönetimler sorunlu, insanları rahatsız eden bir çok fiilî durum ve görüntü mevcut. Bu İslâm'ın eseri mi? Hayır, İslâm’ın eseri değil. İslâm bunları yapın demedi ki... İslâm, Emevîlere Medine’yi basın, size itaat etmedikleri için şu kadar insanı kılıçtan geçirin, Peygamber’in torunlarını susuz çölde katledin mi dedi? Hayır. Hatırlamak bile istemediğimiz onca kötülükleri Müslüman yöneticiler yaptılar, Emevîler, Abbasîler yaptı, Osmanlı yaptı, bugünküler yapıyorlar. Bu eksik olmadı ve olmayacak da.


Bizim İslâm dünyasında İslâm, Müslümanlık, ahlâk, adalet, hak, hukuk, barış, sevgi kelimeleri çokça kullanılıyor. Bunların bu şekilde çokça telaffuz edilmesi onun gerçekleştiği ve aramızda yaşadığı anlamına gelmez. Belki bir hasreti ifade ettiği için sürekli onları dile getiriyoruzdur.

 

Biz realist olmak ve kötülüğün, yanlışın, haksızlığın, zulmün kaynağının neresi olduğunu iyi keşfetmek zorundayız. Din, ahlâk ve hukuk hep iyi şeyler olması için uğraşır. Bir ülkede anayasa, o ülke en iyi şekilde yönetilsin diye yazılır, mahkemeler adalet dağıtsın diye kurulur. Kanunlar herkes eşit ve öngörülebilir bir muameleye maruz kalsın diye çıkarılır. Ülke kaos halindeyse, ülkede birçok olumsuzluk varsa, anayasanın kanunun ve mahkemenin suçu mudur bu? Hukukun suçu mudur? Ahlâkın suçu mudur? Ahlâk insanlara yanlış yapın, haksızlık yapın, çalın, gözyaşı döktürün demiyor ki... Bütün bunlar ilgili ve yetkili insanların suçudur. Zaten Kur’an da sıklıkla “Başınıza gelen kötülükler Allah’ın değil, sizin kendi ellerinizle yapıp ettiklerinizin sonucudur” demiyor mu? Kur’an’ın sürekli vurgusu bu; fakat bizler bunu anlamamakta ısrar ediyor, görmezden geliyoruz. O zaman da ilahî adalet tecelli ediyor, sünnetullah işliyor. Durumumuzun özeti bu.

Bizim İslâm dünyasında İslâm, Müslümanlık, ahlâk, adalet, hak, hukuk, barış, sevgi kelimeleri çokça kullanılıyor. Bunların bu şekilde çokça telaffuz edilmesi onun gerçekleştiği ve aramızda yaşadığı anlamına gelmez. Belki bir hasreti ifade ettiği için sürekli onları dile getiriyoruzdur. Yahut bir yanlışımıza meşruiyet sağlamayı veya onu kamufle etmeyi hedeflediğimiz için bunları çok kullanıyor da olabiliriz. İslâmiyet, bilgi değil bilinç, söz değil eylem. Allah’a inanacaksın ve yararlı iş işleyeceksin. Bütün dinlerin, Hz. Âdem’den Muhammed aleyhisselama kadar peygamberlerin anlattıklarının özü şu iki cümle: Birincisi; Rabbini tanıyacaksın, O’nun herşeyi yarattığına, herşeyin O’na ait olduğuna, yaptıkların yüzünden seni hesaba çekeceğine, O’nun huzuruna çıkacağına yürekten inanacaksın. İkincisi ise; dünyada istikamet sahibi olacaksın, salih amel işleyeceksin, yararlı iş yapacaksın. Hem dosdoğru bir hayat çizgin olacak, hem de insanları iyilikte buluşturan, insanları mutlu eden, insanlara yararlı, çevreye iyilik ve güzellik aşılayan işler yapacaksın. Salih amel sadece ibadet değil, her iyi iş, her iyi, olumlu ve yararlı adım.

Kur’an’da Yüce Mevlâ “Rabbim Allah’tır deyip de istikamet sahibi olanlar var ya, işte onlara Allah katında hiçbir korku, hiçbir hüzün yoktur” buyuruyor (Ahkâf sûresi, 13. âyet; ayrıca bkz. Fussilet sûresi, 30. âyet). Din bizden özetle bunu istiyor; istikamet üzere olmayı ve Allah’ı tanımayı istiyor. Öyleyse, yanlışlar bize aittir. Ve Kur’an-ı Kerim, insan yanlış yapmayacak demiyor ki... Allah bize yanlış yapacaksınız, yanlış yapmamanız için ben bu dini, Kur’an’ı, Peygamber’i gönderdim, diyor. Benim huzuruma çıkacaksınız, hesap vereceksiniz, diyor. Ama günümüzde Müslümanlar ahirete inandıklarını sadece söylüyorlar. Davranışlarına baktığınız vakit, ahirete inanan bir insan duyarlılığını pek göremiyorsunuz. Onun için de din bilgi değil, bilinç. Din, söz söylemek değil, söylediğin o sözü hayata yansıtmak. Hatta şunu söyleyeyim, asıl amaç Kur’an’ı okumak, dinlemek değil, Kur’an’ı hayatımıza getirmek, Kur’an’ın dedikleri hayatımızda gerçekleştirmek. Yani canlı Kur’an olabilmek.

O zaman sizin siyaset sorunuzun cevabı çok daha iyi anlaşılmış ve netleşmiş oluyor. Demek ki siyaset beşerî, insanî bir alandır. Müslüman toplumlar, en adil şekilde kamu yönetiminin nasıl gerçekleşeceğini, bunun için ne gibi kurallar ve kurumların olması gerektiğini kendileri bulacak ve bu gerekleri tek tek hayata geçirecekler. Kendi toplumlarında haksızlıklar nasıl önlenebilir ve kötü yönetim nasıl düzeltilebilir? Şeffaflık, hesap verebilirlik nasıl sağlanır? İnsanın insanı ezmesi, köleleştirmesi nasıl önlenir? Müslüman toplumlar oturacaklar, bütün bunların çarelerini bulacaklar. Bunun tedbirlerini alacak, kurumlarını kuracak, kurallarını geliştirecekler. Başka yolu yok.


Kamu yönetimi alanında insanlığın ortak tecrübesini, Batı tecrübesini ciddiye almak zorundayız.

 

Kamu yönetiminde hak ve adaletin gerçekleşmesi, haksızlığın, suiistimalin ve görevi kötüye kullanmanın önlenmesinde sadece ahlâka ve kişilerin vicdanlarına güven yeterli olmaz. Sorunları, onların dindarlıklarına havale etmekle çözemeyebilirsiniz. Her zaman bunları sağlayacak ve denetleyecek kurumlar ve kurallar gerekir. Onun için, bu alanda biz insanlığın ortak tecrübesini, Batı tecrübesini ciddiye almak zorundayız. Şu kimse ahlâklıdır, dindardır; şayet onu yönetici yaparsak adaleti sağlar, ezilenin, zayıfın, kimsesizin hakkını korur diye düşünürseniz, ciddi bir risk üstlenmiş olursunuz. Kendisini Müslüman ve dindar sayan insanlar arasından göz göre göre haksızlık yapabilen, garibin elindeki ekmeği almaya kalkan nice insan çıkıyor. Temel haklar ve özgürlükler fikri buradan doğdu. Kadın hakları, azınlık hakları, adil yargılanma hakkı gibi kavramlar bu ihtiyacın ürünü. “Efendim, yöneticimiz çok iyi insan, o gereken hakları insanlara verecektir” diyemezsiniz. Zaten hak, verilebilen, başkasına lütfedilen değil, insanın özünde sahip olduğu yetki ve yetkinliktir. Onun için, insan hakları ve özgürlükleri düşüncesi yaşanan birçok acı tecrübeden sonra yüzyılları bulan bir mücadelenin ürünüdür. Hal böyle olunca siyaset belli bir erdem, hoşgörü, davranış kalitesi, ahlâki tutarlılık, denetlenebilir ve hesap verebilir olma gibi birçok ön şartı da gerektirir. Totaliterlik ve dayatmacılık ikiyüzlülüğü arttırır; bunun için de siyaset farklı düşüncelere alan açmak ve farklılıkları ortak bir paydada bir arada barış içinde yaşatmak, katılımcı bir yönetimi egemen kılmak zorundadır. İnsanların temel hak ve özgürlükler mücadelesi sadece bugünün sorunu değil, tâ ilk çağlardan bu tarafa devam eden kadim bir sorun; kamu yönetiminin de yumuşak karnı. Aynı zamanda bu, siyasetin adil ve hakkaniyetli olup olmadığının da göstergesi. Yöneticinin insanına “benim gibi düşünmelisin, ben seni adam etmek için buradayım” gözüyle bakmasının artık geride kalması gerekir.

Madem günümüz Müslüman toplumlarında kamu yönetimi adabından ve bu alandaki sorunların kökeninden konuşuyoruz, o zaman bu konuda soğukkanlı analizler yapmamız, elimizi taşın altına koymamız, bu kavramların kendi tarihimizdeki arka planına inmemiz lazım. İslâm dünyasında demokrasi, insan hakları, özgürlükler, ifade özgürlüğü, din hürriyeti çok konuşulur. Her gün bu konuda çok güzel retoriklere şahit oluruz. Ama emin olun, bu konuşmalar anılan hak ve özgürlüklerin doğmasının arkasında yatan ve onların içeriğini belirleyen birikim ve bilginin çok uzağında kalmakta olup muhatapların beğenisine göre dizayn edilmiş bir söz söyleme sanatından ibarettir. Haklar ve özgürlüklerden dem vuranların çoğu zaman bu kavramların içini de kendilerinin doldurduğuna şahit olursunuz. Halbuki insan hakları kavramının içini sen kendi keyfine göre dolduramazsın. Kadın hakları kavramını da öyle. Daha açığı, bir hakka sen, benim verdiğim ve belirlediğim hak diye baktığın zaman, artık o hak hak olmaktan çıkar, lutuf olur. Onu insanların takdir ve lutfuna bağladığınızda da bunun sonu çok ciddi haksızlıkların, yanlışların, keyfi uygulamaların olmasıdır; bunu önleyemezsiniz. Kurallar ve kurumlar, şeffaflık, hesap verebilirlik, katılım, objektif kıstaslar bu yüzden lâzım. Kamu hayatında kanunlar niçin çıkarılır? Hâkim, yönetici, yetkili kimse keyfine göre hüküm vermesin diye. İnsanlar önceden ne gibi hak ve sorumluluğunun olduğunu bilsin, ona göre davransın diye. Bu söylediğim din alanında da geçerli. Din önceden “Şunu yapın, şunu yapmayın” diye niye söylüyor? Ahirette Allah’ın katında bir mazeretimizin olmaması için... Kur’an-ı Kerim bunu defalarca söylüyor. Allah ahirette hesaba çektiğinde “Yâ Rabbi, bize adaleti emretmemiştin ki...” diyebilecek miyiz? “Doğru, kul hakkını ihlâl ettim, insanları mağdur ettim, ama kul hakkını koru dememiştin ki...” diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Bana iyilik yapma kabiliyetini vermedin de diyemeyiz. Peki yeryüzünde bunca kötülüğü ve haksızlığı kim yapıyor? Bunları biz insanlar yapıyor, din yapmıyor.

Gençler çok soruyorlar: Madem yüce Yaratan var, niçin kötülük var? Yaratan var, seni yarattı. Sen olduğun için kötülük var; ben olduğum için var. Kötülük Yaratan’dan gelmiyor, bizden geliyor. Tekrar edelim: İslâm dünyasında toplumsal hayatı ve devlet çarkını melekler değil, insanlar çeviriyor. İnsanın olduğu yerde kötülükler de olacaktır. Müslüman toplumlarda bu niye en aza inmiş değil; sorun burada. Bizim toplumumuzda kötülük ve haksızlıkların en aza inmesi, hukukun üstünlüğünün gerçekleşmesi, zulmün önlenmesi, adil ve katılımcı yönetimin olması, herkesin kanun önünde eşit muamele görmesi ve daha niceleri için gerekli bütün kuralları ve kurumları oluşturmak bize düşmektedir. Belki kanayacak ve biraz acı çekeceğiz, ama öyle de olsa elimizi taşın altına koymak zorundayız. Yok eğer bunu biz yapmazsak kimse yapmayacaktır; adaleti, hakkı, hukuku, iyi, doğru ve güzel olanı kıyamete kadar bekleyeceğiz demektir.

-- Açıkdeniz, 24. sayı (Şubat 2024)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar